Yer ve kişi adları hayalidir.
BÖLÜM I
![]() |
Şirince köyü ve eski kilise |
Beyaz badanalı duvardan
önce eller uzanıyordu gencin ellerine doğru, sonra kıvırcık saçlı buğday benizli bir çocuk
yüzü beliriyordu duvarda ve elini gence doğru uzatıyordu.
“Bizi bu zindandan kurtar" diyordu bir çocuk sesi. "Beni ve annemi, çek çıkar, ne olur kurtar bizi bu duvardan, bu mezardan.” diye yalvarıyordu. Sonrasında alevler sarıyordu etraflarını, çocuk sesi bir süre ağlamaya dönüyor ve kayboluyordu. Kaç gecedir bu rüyayı görüyor korkuyla fırlıyordu yataktan genç adam. Bahçenin serinliği genç adamı kendine getirdi, oturduğu daha doğrusu büzüldüğü yerde hafifçe titredi.
“Bizi bu zindandan kurtar" diyordu bir çocuk sesi. "Beni ve annemi, çek çıkar, ne olur kurtar bizi bu duvardan, bu mezardan.” diye yalvarıyordu. Sonrasında alevler sarıyordu etraflarını, çocuk sesi bir süre ağlamaya dönüyor ve kayboluyordu. Kaç gecedir bu rüyayı görüyor korkuyla fırlıyordu yataktan genç adam. Bahçenin serinliği genç adamı kendine getirdi, oturduğu daha doğrusu büzüldüğü yerde hafifçe titredi.
“Ulen
ne ister bu rüya benden. Allam ya Rabbim, yoksa dün, bugün cünüp yatıyom diye mi len bu? Töbe, töbe.” dedi kendi kendine. Bahçedeki
dut ağacının dallarının gölgesi sedire doğru uzanmıştı, yel estikçe ağırdan ağıra
kıpırdanıyordu sedirin üstünde. Ondan da ürktü.
“Güzel Allahım, sen
bene ceseret ver, n’oluyo len bu?
Duvardan elini uzatan bir çocuk. Olacak şey va, olmecek şey va. Bu ev dedemden kalma,
babam ölünce de bana kalicek. Şirince'deki büyük ve en güzel ev bura. Evde böle
bir duvar mı va mı len?” Gözlerini kapatıp evin
içini hayal etti bir süre.
"Yok len, kerhanacı, yok böyle bir tekinsiz duvar
burda” dedi.
Babasının tabakasından akşam aşırdığı yarım boy sarma cigarayı çubuklu
pijamasının cebinden çıkardı, bir müddet eliyle sıktı, sıvazladı, yuvarladı.
Diğer cebinden çıkardığı kibritle yaktı, bir parlama, ve o an için karanlıktan
yüzü ortaya çıkıverdi. Bir yanık tüy kokusu gelmişti burnuna, kara ince tel
bıyıklarını eliyle sıvazladı, cigarayı ağzından aldıktan sonra. “cigarada cigara olsa, kedi çükü kadar sarmış
beybam. İçinde de bir çimciklik tütün. Breh, breh, breh.. Yılda seksen, yüz
balya tütün yap, gel de böyle pintilik
yap. Cebinde bir tabaka dolu tütün bulunmasın, de gidi efe, dee!”
Sigaranın ateşi geceyi
delip geçerken genç adam daldı gitti gerilere. Sekiz, On yaşlarındayken bir kaç
defa buna benzer rüyayı gördüğünü hatırladı genç adam. Yine böyle duvardan
çıkan eller onu yakalamaya çalışmıştı. Korkudan altına kaçırdığı aklına geldi.
Evet anasından azar işitmiş, rüyasını anlattığında da annesi, “Hayırdır
inşallah” deyip “üç kulfü bir elham, oku len, bir daha böyle abuk sabuk rüyalar
görmezsin” demişti. Peki şimdi ne oldu da tekrar başladı bu böle?"
Genç adam kendi kendine
mırıldandı; “üç kulfü bir elham’le olmuyor bu işte. Gene eller uzandı
duvardan.” Ay ışığında dalların sedirin üzerindeki gölgeleri genç adama doğru
uzandı rüzgârla beraber. Yerinden sıçradı.
“Ya Allah bismillah bu ne len?”
Bahçeden gelen bir hışırtıyla irkildi. Karabaş arka bahçeden sallana sallana ön bahçeye gelip önünde durdu, önce genç adama baktı, sonra sağa sola. Kısık sesle kısaca havladı. Bu tarafa geldiğini civara bildirdi. Sonra ön ayaklarını uzatıp yere uzandı. Genç adam; “Ne o len, seni de mi uyku dutmadı? Gel len gel. Ahıra baktın mı len çavış? Ya kümes ne alemde len?” Tam o sırada kümesten tavukların gurklarıyla horozun goorkları duyuldu, ama arkası gelmedi. Karabaş uzandığı yerden kuyruğunu salladı, gözlerini kapadı, “Her şey yerli yerinde” dercesine bir nefes verdi havaya, gecenin serinliğine karıştı gitti o tıslama.
Bahçeden gelen bir hışırtıyla irkildi. Karabaş arka bahçeden sallana sallana ön bahçeye gelip önünde durdu, önce genç adama baktı, sonra sağa sola. Kısık sesle kısaca havladı. Bu tarafa geldiğini civara bildirdi. Sonra ön ayaklarını uzatıp yere uzandı. Genç adam; “Ne o len, seni de mi uyku dutmadı? Gel len gel. Ahıra baktın mı len çavış? Ya kümes ne alemde len?” Tam o sırada kümesten tavukların gurklarıyla horozun goorkları duyuldu, ama arkası gelmedi. Karabaş uzandığı yerden kuyruğunu salladı, gözlerini kapadı, “Her şey yerli yerinde” dercesine bir nefes verdi havaya, gecenin serinliğine karıştı gitti o tıslama.
“İçeri girmektense şurada biraz kestirem. İçernin
bungunluğundan bura daha eyi len çavış" dedi. Ağustosun son günleriydi. Hakikaten havanın bu serinliğinde daha iyi uyunurdu. Başını
duvara, yanağına destek yaptığı kolunun dirseğini de sert ot yastığına dayadı.
Hava serin, bir limonata kadar leziz, lacivert kubbede yıldızcıklar inciler
gibi parlarken süt dökülmüşcesine gökyüzünde koskocaman bir leke gözüne battı
genç adamın.
“Bir koca merdiven alsam, taa aya kadar uzunca bi şey. Ayın on dördünde yeni doğarken, Silsile başına çıksam da dayasam merdivanın bir ucunu aya, bir kovayla bir de uzunca ip. İp kovanın sapında, çıksam yukarı, silsem şu süt lekesini silinme mi? Kovadaki su kirlendikçe anam da aşağıdan su verse bana. Ya da Seher ablanın kızı olsa len, olma mı?” dedi, durdu, ardından ekledi:
“Her şeyi gözel yaratan
koca Allam, şunun şuralarını da tertemiz yapamaz mıydın?” güldü içinden. Güzel deyince ilk okuldaki sınıf arkadaşı sarı saçlı, ay yüzlü Münire geldi. gevrek gevrek kıkırdadı.
"Goca Rabbım, urası lekeliyse, Vardır unun
da bir sebebi be”
Tekrar baktı gururla duran gök kubbeye. Etrafı dinledi.
Karabaşın gürültülü nefes alışından ve duttan çıtlayıp yere düşen olmuş, geçmiş
meyvelerin yerde otlarda çıkardığı çıtırtılardan başka bir ses var mı diye. Genç
adam mahmurlaşan gözlerini kapadı. “Hepsi bu kadar” diye düşündü. Sessizliğin
sesinden başka duyacak bir şey yoktu.
Köpeğin
ayaklarını yalamasıyla gözlerini açtı. Dut dalları arasından sıyrılan güneş
üzerine gelmişti. Göz kapaklarının aralığından duruşunu bozmadan etrafına bir
göz attı. Güneş iyice ısıtmıştı bedenini, bir kara sinek yanaklarına doğru
hamle edip kondu, konmasıyla genç adam gözlerini açtı ve kara sinek olduğu
yerden sıçrayıp tekrar vızıltıyla uçuşa geçti. Genç adam uyuşmuş elini,
başından yavaşça çekerken akşama tarlada uyuyacakları geldi aklına.
Çocukluğundan hatta babalarının ve dedelerinin zamanından beri her sene bu
böyle olurdu tütün zamanı. Erkenden gidilir geç vakte kadar kalınır, ya da orada
saz damların altında yatılır ki yeniden gün doğarken erkenden iş başı
yapılırdı, bir hafta boyunca... Bu akşam işte orada kalınacaktı.
Tütün bu bölgenin tek
geçim kaynağı, Amerikan yerlileri şifa bitkisi tütünü keyif verici olmaktan
ziyade iyileştirici ağrı giderici özelliğinden benimsemişlerken, eski dünyadan
gelen bu adamlar tütünün keyif verici özelliğini bütün dünyaya yaymışlar,
bundan da servet yapmışlardı. Üretilen sigara ve purolarla; asıl yükü çeken ve
ezilenler, ekenler ve biçenler iken asıl parayı kazanan ondan dev bir ticaret
geliştiren akıllı sermaye sahipleri olmuşlardı. Meselâ, Manisalı Şinasi[1] Morris. Ondan habersiz
genç adam mahmur bir halde, bu akşam yine tarlada uyuyamayacağını düşündü. Aklına
akşam duvardan çıkarak kendine doğru uzanan eller geldi.
“Ulen bana bişey
söylemek istiyor birileri desem?” diye dudağını büktü. “İyi saatte olsunlar,
benden uzak dursunlar” dedi. Aklı Münir'eye takıldı o sırada:
“Bizimkiler niye
kalkmazlar ki? Güneş tepeye dikiliyo nerdeyse” diye söylendi. Uyuşan kolunu
ovuştururken, yerinde oflaya puflaya doğruldu, yere bastı ayağını, taşlar hala
akşamın soğukluğunu taşıyordu, ürperdi. Sokak kapısına yanaştı, koluna yapıştı,
iterek açtı, başı öne eğik, içeri adım attı, esnemek için başını kaldırdı,
karşıya baktı, içerisi loş bir taşlık olacakken, burada da mavi
gökyüzü. Bir üzüm bağının toprağına adım atmış olduğunu anladı, tozun toprağın
içine. Bağdaki yemyeşil asmalar muntazam bir şekilde uzanıp gidiyordu neredeyse
ucu bucağı görünmez yerlere kadar. dışarıdaki güneş burada da var. Korkuyla geri
sıçradı içeri girerse bir masal içinde yitip gideceğini sandı, hemen eşikten
adımını dışarı attı ve o şaşkınlıkla kapıyı çekip kapattı. Tekrar etrafına
baktı şaşkınlıkla. Burası ön bahçeydi, evet yanda bir kerevet, ot yastıklar ve
minderler sedirin üzerinde, karşıda yaşlı dut ağacı, altı dökülmüş meyve
lekeleri ile desenlenmiş, ondan biraz ileride bir yaşlı incir ve derme çatma bir
ahşap çit ve yılların yorgunluğundan yere dayanmış bir çift bahçe kapısı kanadı. Genç adam şaşkınlıkla etrafına bakınmaya başladı.
“N’oluyor len bana? Daha
uyanamadım mı ne?”
Karabaşın yan taraftan arka bahçeden kuyruğunu sallaya,
sallaya geldiğini gördü.
“O da burda” dedi kendi kendine. “bismillah” deyip
tekrar kapıyı araladı. Tereddütle içeri baktı. Manzara aynı manzara. Çekti
çıktı kapıyı, evin nereye kaybolduğunu anlayamadan, dışarıdaki kervete
ayaklarını toplayıp oturdu yine. Uzaklara baktı, aydınlık bir gökyüzü, ön
tarafta ve yanda komşu taş evler, aynı bakımsız çitler, velhasıl her şey yerli
yerinde bu tarafta.
“Benim uyanmam lazım galiba” dedi ve akşam gece yarısı
dışarı çıktığındaki uyku durumunu aldı, gözlerini sıkı sıkı kapadı. “Ulen ben
hele bir uykuya dalayım” dedi, elini
yüzüne yaslamışken aklına ters elini dayadığı geldi, oturumunu değiştirip sağ
elini sağ yanağına koyup dirseğini ot yastığa ve kafasını da hafifçe duvara
dayadı. Gözlerini yumdu, rüzgarın serinliğinin yüzünü yaladığını duyumsadı.
“Hah işte bu lazım” dedi. Bu durumda ne kadar kaldığını bilmiyordu ama bir
türlü dalamıyordu. Genç adam gözleri kapalı uyuma gayreti içindeyken, kapının kolunun
yavaşça çevrildiğini, ve kapının açıldığını duydu, heyecanla gözlerini açtı.
babasının sararmış atleti ve kahverengi çubuklu pijamasının altıyla açık
kapının önünde dikildiğini ve esnediğini ürkerek seyretti, babası gerinip
esnerken O ardındaki açık kapıdan içeriye dikkatle baktı, evin taşlığı yerinde
duruyordu.
”Merhaba beybaba” dedi, genç adam. Babası onu hiç duymamış, hiç görmemiş gibi bir daha gerindikten sonra sallanarak içeri girdi ve kapıyı kapattı. Sedirin üstünde kalakaldı genç adam. “Len karabasan dedikleri bu olmalı... Nerden düştüm içine?” diye isyan etti “Uyanmam lazım bene emme önce uyumalıyım anasını satiim” diye homurdandı. Ne kadar zaman geçti bilmiyordu ama yavaş yavaş rahatladı ve daldı gitti.
***
Orta yaşlı adam, elindeki
malayı harç tezkeresinin içine attı. Alnında biriken ve yanlarından akarak
içine süzülen terleri, boynundaki terlikle sildi. “De gidinin donuzu, ne de
güzel yapmış ha! Kıyamadım kazımaya, kırıp atmaya. Ev ayakta durduğu sürece o
da yaşasın. Eee Yorgo efendi istediğin oldu mu? Memleketimize gelirsen andossun
ki duvarı yıkar gösteririm sana.” diye mırıldandı.
“Mektubunu okudum,
bilesin ki senin sıkıntından taa fazlasını yaşadık biz son on beş senede. Üç
defa göçtük be.. İlkinde Bulgar komitacı[2] korkusundan kaçtık,
Kırcali’den Gümülcine’ye. Ben taa on ikisinde bir kızan... Babam amcamla
beraber seferberlikte, on iki nufuzlu iki evin de reyisi, ellisinde bir dede...
Çok değil üç sene sonra yene Bulgar
istilası[3], bu seferkine Kavala’ya kaçtık, evi
barkı bıraktık, taa sonra urdan Sarışaban’a.
Babam Balkan isyanları için askerdeyken anam, kardeşlerim ve bi çift öküzle” durdu
yutkundu, ağzı kurumuştu.
“Babam amcam bir daha
gelemediler, en son göçümüz de artık evliydim ilk senemdi, karım yollarda
sefalet içinde ilk çocuğumuzu düşürdü, Trakya ayazında ya’murda, çamurda yürüyecez
diye debelenirken, ben de ciğerlerimi üşüttüm yollarda. Şindi er nefez alışımda
ciğerlerim azdan azdan türkü süler. Senin, benim üzülmemiz neyi değiştirir ki...
Kadere inanır mısın? Benim de kadere imanım vardır. Allahın iradesi üstüne
irade olmaz, bilirsin. Kadere inanmazsak nasıl dayanırız bunca acıya? Şimdik
bir tek oğlumuz var. Yaradan bağışlarsa onunla avunacağız, adımızı, sanımızı
devam ettirir deyi” dedi kendi kendine. İçini çekti Adam:
“Te geldik bura bakam yarın
n’olcek? Mevlam neyler, neylerse güzel eyler derler ya?!… Sizde de vardır büle söz, ben bilirem..”
“Bu da benim mektubum
sana Yorgo efendi” diye söylendi kendi kendine.
Bir elinde ekşi mayadan
bir parça ekmek ile ortada dolaşan dört, beş yaşlarındaki oğlana: “Şu küççük destiyi
anana götür de biraz su koyup, getirsin. Hadi bakim kızanım benim” dedi orta
yaşlı adam. Çocuk elinin tersi ile burnunu sildikten sonra testiyi kavradığı
gibi fırladı gitti. Büyük babasının hükûmetten aldığı evi, babası elden
geçiriyordu. Yer yer kararmış ahşap pencerelerin camlarının macunlarını ikmal
etmiş, odaların dökülen sıvalarını ve badanalarını elden geçirerek yeniden
çivit katılmış kireç badanayla bütün odaları açık menekşe moruna boyamış, alt katta
cepheye gelen iki pencere arasında kalan moloz taş duvarın önüne, yine alt
kattaki hamam duvarından arta kalan harman tuğlasıyla duvar
örmüştü, eni bir metre boyu tavana kadar
çıkardı. Ardından yüzüne samanla karışık kireç sıvasını itinayla sürdü.
“Kuruyunca çivit badanayla boyarım kimse ayırdedemez, breh, breh” dedi. Kadın elinde bir testi su ve çamdan bardakla yanına geldi adamın yanına, peşinde de küçük çocuk. Adam suyu içtikten sonra;
“Kuruyunca çivit badanayla boyarım kimse ayırdedemez, breh, breh” dedi. Kadın elinde bir testi su ve çamdan bardakla yanına geldi adamın yanına, peşinde de küçük çocuk. Adam suyu içtikten sonra;
“Nasıl eyi olmuş mu?” diye duvardan uzağa çekilip
sordu.
“Olmaz mı? Ellerin dert görmesin adam. Kaç gündür perişan oldun.
Çatısından temeline kadar elden geçirdin, keşiş Yorgos gelse ağzı açık kalır
valla” diye gülümsedi.
“Babamın kısmetine bura
düştü, daha iyi bir yer de olabilirdi. Amma burası da böyük sayılır, evin bahçası
geniş, ev orta karar, amma bağı büyük oldu babamın. Taa ne olsun” diyerek,
gerindi. “Şimdi bir de arkadaki ambarı elden geçirirsem işler biter” dedi. “Şu
oğlan biraz büyük olsaydı da yardım edebilseydi” diye içini çekti çocuğa
bakarken.
“O da olur inşallah”
dedi genç kadın.
Çocuğun aklında kalan
bu kadardı bu evle ve babasının çalışmasıyla ilgili. Aslında annesi, dedesi ve
babasının hep birlikte evi, ahırı, nasıl tamir ettiklerini hayal meyal
hatırlardı o küçük çocuk, şimdi genç adamın babası. Yalnız onlar değildi ki, bu
yıllarda bütün köyde bir seferberlik olduğunu anlatırdı yaşlı adam. Her şeye
yeni baştan başlamışlardı. Sade evleri değil, bağları bahçelerı ve çeşmeleri
imeceyle elden geçiriyorlardı. O yıl ve ertesi yıl Dionisos’dan kalan o üzüm bağları,
bahçeler bakımsızlıktan viran olmaya başlamıştı.
"İçimiz dışımız üzüm len."
“Çünkü bildimiz bir şey
değildi be bağ işi, şarap işi. Üzüm dışında şarabı da kime satcan tabi.
Şaşkınlattılar bizimkile gözümün ünündedir alâ. Ertesi yıl bağları sökmeye ve
tütün dikmeye başladı kövlü” diye devam etti genç adamın babası.
“Herkes yokluk içinde
ama yeni yurtlarında can korkusu ve aşağılanma duygusu olmadan çalışırlardı be,
inançla, kavga edercesine tabiatla yarışırdı erkes. Yarı aç, yarı toktuk. Ezerdi bizi geçen
günler...” dedi yaşlı adam. “Çocuktum yemek yemediğimiz ya da az yediğimiz
gecelerde su içerdim bolca, ama uyuyamazdım açlıktan. Yorganın altında ağlardım
uyuyuncaya kadar” diye anlatıyordu babası.
“Bubamın evi tamir ederken ki ali heç gözüm önünden gitmez. Öksürmediği zamanlar, maaşaallah güclü kuvvetli, pelvan gibiydi. Zaten memlekette de güreşirmiş diye anlatırdı bubam” diye anlatıyordu babası genç adama, kerevetin üstünde. O da gözlerini ve kulaklarını olabildiğince açmış dinliyordu. Adamın bir süre sonra çenesi titredi, burnu sızladı. O günlerin hayali gözünün önünde, yaşıyor gibi anlatıyordu.
O zamanlar görünüşte genç yağız bir adam, yanında babası ile beraber bir evi baştan sonra kadar yenilemeye çalışıyorlar, ellerinde kürekler dönüyor harç karıyorlar, dönüyor harç tezkeresiyle aşağıya, yukarıya, bu odaya, şu odaya harç taşıyorlar, arada babası elinde komşudan aldığı pala, rende, iskarpela pencere pervazlarının çürüyenlerini yenilerken, oğluysa bulabildikleri taş ve tuğlalardan yıkılmaya yüz tutmuş duvarlarını tamir edip hazırladığı harç ile sıvalarını yapmaya çalışıyordu. Bu yalnız kendi evlerinde değil, bütün köyde bir seferberlik emri varmış gibi, bütün aileler evleri ahırları, kuyuları, sarnıçları elden geçiriyor ve yeni yurtlarını kendilerinin yaşayacağı hale getirmeye çalışıyorlardı. Artık eski köyleri yoktu bu insanların. Uğraştıkları, bildikleri yaşam çeşidi, ya da ektikleri tarım çeşidi çook uzaklarda, taa denizin ötesinde kalmıştı. Burada, terk edilen bu köyde yeni baştan başlayacaklardı hayata. Bu yeni yurtlarında, yeni bir doğumdu. Sancılar içinde zor geçen bir doğum. Anadolu’da bir milletin, kaderinin değişmekte olduğu ve bir Cumhuriyetin doğum günleriydi o günler...
“Bubamın evi tamir ederken ki ali heç gözüm önünden gitmez. Öksürmediği zamanlar, maaşaallah güclü kuvvetli, pelvan gibiydi. Zaten memlekette de güreşirmiş diye anlatırdı bubam” diye anlatıyordu babası genç adama, kerevetin üstünde. O da gözlerini ve kulaklarını olabildiğince açmış dinliyordu. Adamın bir süre sonra çenesi titredi, burnu sızladı. O günlerin hayali gözünün önünde, yaşıyor gibi anlatıyordu.
O zamanlar görünüşte genç yağız bir adam, yanında babası ile beraber bir evi baştan sonra kadar yenilemeye çalışıyorlar, ellerinde kürekler dönüyor harç karıyorlar, dönüyor harç tezkeresiyle aşağıya, yukarıya, bu odaya, şu odaya harç taşıyorlar, arada babası elinde komşudan aldığı pala, rende, iskarpela pencere pervazlarının çürüyenlerini yenilerken, oğluysa bulabildikleri taş ve tuğlalardan yıkılmaya yüz tutmuş duvarlarını tamir edip hazırladığı harç ile sıvalarını yapmaya çalışıyordu. Bu yalnız kendi evlerinde değil, bütün köyde bir seferberlik emri varmış gibi, bütün aileler evleri ahırları, kuyuları, sarnıçları elden geçiriyor ve yeni yurtlarını kendilerinin yaşayacağı hale getirmeye çalışıyorlardı. Artık eski köyleri yoktu bu insanların. Uğraştıkları, bildikleri yaşam çeşidi, ya da ektikleri tarım çeşidi çook uzaklarda, taa denizin ötesinde kalmıştı. Burada, terk edilen bu köyde yeni baştan başlayacaklardı hayata. Bu yeni yurtlarında, yeni bir doğumdu. Sancılar içinde zor geçen bir doğum. Anadolu’da bir milletin, kaderinin değişmekte olduğu ve bir Cumhuriyetin doğum günleriydi o günler...
***
Mübadeleyle yerini
yurdunu bırakıp Anadolu’ya gelen ve bu köye yerleşen tüm aileler Yunan
askerinin Birleşik Krallık’ın taşeronu olarak İzmir’e çıktıkları O meşum günden
itibaren başlayan taciz ve zulmü Rumeli’de, kendi yurtlarında yaşamış insanlardı. Bir gün geldi ki Yunanistan’daki
Yunanlılar şaşkınlıkla oldukları yerde kalakaldılar, askerleri Anadolu içinde yenilmişler
korkuyla kaçarlarken hırslarını önlerine
çıkan canlılardan alıyorlardı.
Selanik civarındaki
Osmanlı’dan kalan Türk köyleri, gazetelerde son hafta okuduklarına
inanamadılar; bir kaç ay öncesine kadar bando eşliğinde Anadolu Platosunda
rahatlıkla ilerlediklerini ifade ederken, son günlerde Türklerin topyekûn
taarruza kalktıklarını, Yunan ordusunun hücuma kalkmak üzere yeni mevziler
yapmakta olduğunu anlatmaya, daha ertesi gün ise ordunun İzmir Uşak arasında savunma
mevzileri kurduğunu, son gün akşam haberlerinde İzmir’in boşaltılacağı
yazılmış, iki gün sonra Ordunun bozguna uğradığını ve kaçabilenlerin İzmir
rıhtımından mavnalarla ayrıldıklarını yazmışlardı. Takip eden günlerde rıhtımdan ayrılan insan
dolu mavnaların ve artlarında kara dumanların göğe yükseldiği yanan bir şehrin resimlerini basmışlar, tabii garip yorumlar da
yer alıyordu. Dört beş gün sonra Anadolu’dan Eylül’ün ilk haftasında İngiliz ve
Malta gemileriyle ayrılan insancıklar toplu halde, Selanik ve Pire’de görülmeye başladılar. Korkmuş, titreyen
çaresizler rıhtımda bekleşiyorlarken kızıl haç onlara yardım etmeye
çalışıyordu. Ne var ki mağlubiyetin bedeli sadece bu insanlar için değil bütün
ülke için bir felâket olmuştu. Gıda ve diğer ihtiyaç maddelerinin yokluğu ile ortaya çıkan karaborsacılık, kasıp
kavurmaktaydı şehirdekileri. Köydekilerin durumu biraz daha iyi gibiydi, kendi
ürettikleriyle yetinmeye çalışıyorlardı. Hükûmet son çare karneye bağladı un, şeker,
ekmek, yağ gibi bazı gıda maddelerini.
Çevredeki Türk köylerinde yaşayanların endişeli bekleyişleri başlamıştı artık. Anadolu’dan sağlıklı haber alamadıklarından ne olduğu konusunda her kafadan bin rivayet anlatılıyordu. Sevinseler mi sevinmeseler mi onu da bilemiyorlardı ailelerin büyükleri, ama korkuyorlardı. Dokuz, on sene önce yaşadıkları akıllarına gelince yaşlı Osmanlı’ya da, genç TBMM Hükûmetine de güvenemiyorlardı. Ama ne olmuşsa olmuş Yunan Ordusu perişan olmuş, çoğu teslim olurken bir kısmı da rıhtımdan düşerek veya atlayarak liman dışında bekleyen İngiliz ve Malta bandıralı gemilere ulaşmak için yüzerken denizde boğulduklarını duymuşlardı.
Köylülerin aklına bu kızgınlık
içindeki Yunan halkının köylerine saldırabileceği fikri yavaş yavaş hakim olmaya
başladı. Geceleri nöbet tutuyorlarken gündüzler de nöbete dahil oldu. Aradan
bir kaç hafta geçti, toplandılar öğretmen ve imamla beraber, dediler ki:
“Yunan cendermesi yandaki küye kadar gelmiş, evlerde silah arayalar,
yağ küplerini kırarlar, pekmez küplerine süngü daldırıp sila ararlar, eep mundar
ederler yiyecekleri, ekmekleri süngülerler, ne istedilerse? Bunlara karşı koyan
dedeciğe dipçik vurarak kafasını yararlar, ta ertesi günü mefat etmiş İlmi dede
zavallı."
“Öte küyde de samanlıkları
ve köv camisini yakmışlar” dediler de ardından yakınmalar geldi; “Bu böyle
geçmez, ne varsa yine öbür tarafta bizimkilerin yanında var, kaçıp gidelim
uraya, gidelim de, gerisi Allah kerim. Bu kızanlar, kızancıklar korku içinde
kaldılar be” dediler. “Gidelim de mal mülk n’olacak?” diye kafalarına takılan
soruya da cevap Selanik’ten geldi, iki tüccar köyleri dolaşıp, yükte hafif
pahada ağır ne varsa öldüm fiyatına toplamaya başlamışlardı. Bundan dokuz sene
önce de bu köydekiler Gümülcüne’de mallarını mülklerini Bulgarlar’a bırakıp buralara
gelirken de aynı eziyeti, aynı yokluğu çekmişlerdi. Buralara adeta dilenci gibi
gelmişlerdi, kimsede elde yok, avuçta yok, üstte yok, başta yok, çıplak ayaklarını
sürüye, sürüye gelmişlerdi. Kendileri
ağlamışlar, kendileri dinlemişlerdi hallerini. Devlet-i Ali-i Osmani’nin düzeni
yıkılmıştı beklemedikleri bir devletin sınırları içinde kalakalmışlardı artık:
1824 de Mora’da kurulan krallık Edirne’ye komşu olmuştu, topraklarını 5 misli
genişleterek.
Balkan savaşları
sonrasında kurulmuş olan Batı Trakya Türk Cumhuriyeti[4] sadece iki ay
yaşayabilmiş, Destek veremeyen Osmanlı hükûmeti imzaladığı İstanbul
anlaşmasıyla bu toprakları yani bu insancıkların topraklarını mallarını,
mülklerini ortada bıraktırarak üç, dört gün içinde Bulgaristan krallığına terk etmişlerdi
her şeylerini. Böyle bir devlet macerası adeta yüz karası olmuştu, bunu
yaşayanlar için, Selanik taraflarındaki köylere gelip akrabalarının yanına
adeta sığıntı gibi, dilenci gibi yerleştiler bir süre onların yardımlarıyla
yaşadılar, şimdi de bu sefalet. O gün şehre bir tanıdığına tavuk, yumurta vs
götüren okul öğretmeni getirdiği gastede sevinçli bir haberi okuduğunu köye
müjdeledi:
“11 Ekim 1922 günü
Mudanya mütarekesinin, TBMM Hükûmetinin galibiyetini tescilleyen ateş kes
anlaşmasının, mütttefiklerce imzalandığını ancak Yunanlıların halâ
imzalamadıklarını” söyledi etrafını sarmış köylülere. “İtilaf devletleri
Yunanistan’ın Doğu Trakya’yı boşaltmasını istemişler, anlaşma gereği, hem de
hemen. Adamlar yenildikleri bir savaştan sonra bile işgal ettikleri topraklarda
inatla otururlar be... İtilaf devletleri de İstanbul’dan Batı Trakya’ya çekmişler kuvvetlerini, bir ay daha
kalacaklarmış, Bizimkiler Boğaz’a 15 km kadar yaklaşmışlar” diye anlattı. Biraz
durup nefes aldıktan sonra; “Ayrıca Venizelos Hükûmeti de dün istifa etmiş,
Kral küplere binmiş, saraydan kovalamış bu boynuzluyu” diye gülerek anlatıyordu
öğretmen. “Bankaların önünde kuyruklar gördüm, bir haftadır kapalıymış Banco di
Roma ile Credit Lyonnais”. Ordularının nerdeyse yarısı yok oldu, valla bu
alçaklar kayıplarını İngiliz, Fransız keferesinden alamazlar gelip bizden
çıkarırlar acılarını” dedi etrafındakilere bakarak, “Ne yapalım edelim
pılımızı, pırtımızı toplayalım ağalar”.
Birkaç gün sonra bu
öğretmen eşi ve iki çocuğu Selanik'e giderken tepelikte pusu kuran haydutlar
tarafından öldürülürler. Herkes şok olur, neyin, nasıl olduğunu anlayamazlar. O hafta içinde cenderme
de köye gelir, her evde bir bıçak
deyip, diğerlerini ve silah niyetine ne
varsa, hatta kebap şişlerini dahi
toplayıp götürürler. Bu da hayra yorulacak gibi değildir. Genç adamın dedesi: “Dedem
babamla, çoluğu çocuğu toplayıp köyleri basılmadan doğuya doğru yola çıkıp, Gümülcine’yi geçip Dedeağaç’a ulaşmaya karar
vermişler. Bir iki aile de katılmış bu fikre sabaha karşı ezan vakti arabalara
küçük çocukları ve yatak yorgan, nevale vs koyarız, yola çıkarız, demişler. Anacım önce babasıgilin de gelmesini istemiş
ama annaanne ve dede yürüyecek halde değiliz diyerek gelmeyiz derkene, dayımlar
da onları bırakamayız demişler, annem
bütün gün ağlamış bir daha göremeyeceği anne, baba ve ağabeyleri için. Acıklı bir veda olmuş. Bizimkiler sabah
ezanını beklemeye başlamışlar” diye sözlerini tamamladı.
Birinci bölüm sonu.
[1] Bu sanayide de sermayenin yarattığı mitler de
vardır. İşte Manisa’da 1855 de yahudi
bir ailenin oğlu olarak doğan Türk adı Şinasi olan Morris İzmir’de ve Mısır’da
tütün alımında çalışır, bu işten eline
geçen 25.000 Dolarla 1890 da Amerika’ya
göçer ve NY da kardeşiyle beraber ilk sigara fabrikasını kuran Morris daha sonra
Marlboro’ya efsanevi bir şekilde ortak olur. Zora düşmüş olan Marlboro şirketine
bir ay içinde satışlarını 3 katına çıkaracağı iddiasıyla gelir. Kaybedeccek bir
şeyleri olmayan şirket bu teklifi kabul eder. Boş ve ezilmiş Marlboro paketlerini geceleri uçakla çeşitli
şehirlerin üstünden attıran Manisa’lı,
halkın gösterdiği merak yüzünden o ayki satışı 5 misline çıkarttığı ve böylece
Marlboro’ya ortak olduğu, ve Philip Morris şirketinin doğduğu anlatılır.
[2] Bugaristan krallığı (1906-8) de kurulurken,
Bulgar çeteleri yaptıkları sistematik
terör ve katliamlarla Pomak ve Türklerin
bölgeden kaçmalarına ve bölgede
müslümanlara karşılık, Bulgar Slav
nufusun hakimiyetine çalışmışlardır.
[3] I.
Balkan harbinde (1912 de) Doğu Trakya ve Edirne Bulgarların eline
geçmişti. 30 Mayıs 1913 Londra ateşkesinden 23 gün sonra II. Balkan Harbi
başladı ve 10 Ağustos 1913 de Bükreş Anlaşması ile bu bölge Yunanistan’ın
kontrolüne geçti. Ertesi yıl Avusturya- Macaristan imparatorluk Veliahtının 28
Temmuz 1914 de Saray Bosna’da öldürülmesinin ardından, başlayan dünya savaşında
Yunanistan ve Bulgaristan’ın farklı cephelerde yer almaları sebebiyle, Oralarda
yaşayan ahali önceleri, Bulgaristan
Yunan Krallığı arasındaki harbin tam ortasında kalmış, kimi zaman Yunan
vatandaşı kabul edilerek; Bulgarlar tarafından esir kamplarında toplanarak eziyet
görmüşlerdir. Osmanlı’nın koruma çabaları müttefik Bulgaristan nezdinde zaman
zaman yetersiz kalmışken, aynı yer ahalisinden
Osmanlı’ya kaçan soydaşlar da, Devlet-i Ali tarafından bazan şüpheyle
karşılanmışlardır.
Eline, aklına sağlık Sadık.
YanıtlaSilBaşarıların devamını diliyorum. Bu seri çok güzel.
Aydın
Bu öykü Eylül 2017 de Artur Burhaniye'de başladı ve uzun sürede toparlanabildi.. : 26 Ocak 2018 Cuma 01:00 gününde son kısmı bitirildi.
YanıtlaSil