Bir Resmin Anatomisi I

Yer ve kişi adları hayalidir.

BİR RESMİN ANATOMİSİ

BÖLÜM I

Şirince köyü ve eski kilise
        Uykusundan sıçrayarak uyandı. pamuklu yorganı üstünden attı, kalktı sedirin kenarına oturdu. Nefes nefese; “Anasını sattığımın rüyası. Korkuttu beni” dedi genç adam. Boynundan akan terleri elinin tersiyle sildi. Yattığı yastık teriyle ıslatmıştı. Odanın içi alaca bir karanlık, penceredeki perdelerden belli belirsiz bir ışık sızıyor ve gözler alışınca ortalık bir parça aydınlık bile geliyordu. Yerde yatan çocuklar var, öyle hemen ayağa fırlayıp kalkamazdı. Yavaşça doğruldu, ayağıyla  etrafını yoklayarak sofaya doğru ilerledi. Merdivenlerden yavaş yavaş inmeye başladı ayak uçlarına basarak. Evin ön kapısından bahçeye çıktı. Gecenin aydınlığı beyaz taş duvarları ve kapı önündeki taşlığı gecenin rengine boyamıştı. Kapının yanındaki sedire çıplak ayaklarını toplayıp oturdu. havanın ve kerevetteki minderin serinliği gence kendini hissettirdi birden. Hafif bir ürperti tepeden tırnağa yürüdü gitti. Başını kaldırıp lacivert gökte yanan, göz kırpan, kayan  minik inci tanelerine baktı bir süre. Gözlerini kapatınca gördüğü rüyayı yeniden hatırladı genç adam.
   
        Beyaz badanalı duvardan önce eller uzanıyordu gencin ellerine doğru, sonra kıvırcık saçlı buğday benizli bir çocuk yüzü beliriyordu duvarda ve elini gence doğru uzatıyordu. 

        “Bizi bu zindandan kurtar" diyordu bir çocuk sesi. "Beni ve annemi, çek çıkar, ne olur kurtar bizi bu duvardan, bu mezardan.” diye yalvarıyordu. Sonrasında alevler sarıyordu etraflarını, çocuk sesi bir süre ağlamaya dönüyor ve kayboluyordu. Kaç gecedir bu rüyayı görüyor korkuyla fırlıyordu yataktan genç adam. Bahçenin serinliği genç adamı kendine getirdi, oturduğu daha doğrusu büzüldüğü yerde hafifçe titredi. 

         “Ulen ne ister bu rüya benden. Allam ya Rabbim, yoksa dün, bugün cünüp  yatıyom diye mi len bu? Töbe, töbe.” dedi kendi kendine. Bahçedeki dut ağacının dallarının gölgesi sedire doğru uzanmıştı, yel estikçe ağırdan ağıra kıpırdanıyordu sedirin üstünde. Ondan da ürktü.
        
            “Güzel Allahım, sen bene ceseret ver,  n’oluyo len bu? Duvardan elini uzatan bir çocuk. Olacak şey va, olmecek şey va. Bu ev dedemden kalma, babam ölünce de bana kalicek. Şirince'deki büyük ve en güzel ev bura. Evde böle bir duvar mı va mı len?”  Gözlerini kapatıp evin içini hayal etti bir süre.
        
            "Yok len, kerhanacı, yok böyle bir tekinsiz duvar burda” dedi. 
            
        Babasının tabakasından akşam aşırdığı yarım boy sarma cigarayı çubuklu pijamasının cebinden çıkardı, bir müddet eliyle sıktı, sıvazladı, yuvarladı. Diğer cebinden çıkardığı kibritle yaktı, bir parlama, ve o an için karanlıktan yüzü ortaya çıkıverdi. Bir yanık tüy kokusu gelmişti burnuna, kara ince tel bıyıklarını eliyle sıvazladı, cigarayı ağzından aldıktan sonra.  “cigarada cigara olsa, kedi çükü kadar sarmış beybam. İçinde de bir çimciklik tütün. Breh, breh, breh.. Yılda seksen, yüz balya tütün yap,  gel de böyle pintilik yap. Cebinde bir tabaka dolu tütün bulunmasın, de gidi efe, dee!”
 
            Sigaranın ateşi geceyi delip geçerken genç adam daldı gitti gerilere. Sekiz, On yaşlarındayken bir kaç defa buna benzer rüyayı gördüğünü hatırladı genç adam. Yine böyle duvardan çıkan eller onu yakalamaya çalışmıştı. Korkudan altına kaçırdığı aklına geldi. Evet anasından azar işitmiş, rüyasını anlattığında da annesi, “Hayırdır inşallah” deyip “üç kulfü bir elham, oku len, bir daha böyle abuk sabuk rüyalar görmezsin” demişti. Peki şimdi ne oldu da tekrar başladı bu böle?" 
        Genç adam kendi kendine mırıldandı; “üç kulfü bir elham’le olmuyor bu işte. Gene eller uzandı duvardan.” Ay ışığında dalların sedirin üzerindeki gölgeleri genç adama doğru uzandı rüzgârla beraber. Yerinden sıçradı. 
           
             “Ya Allah bismillah bu ne len?”
        
           Bahçeden gelen bir hışırtıyla irkildi. Karabaş arka bahçeden sallana sallana ön bahçeye gelip önünde durdu, önce genç adama baktı, sonra sağa sola. Kısık sesle kısaca havladı. Bu tarafa geldiğini civara bildirdi. Sonra ön ayaklarını uzatıp yere uzandı. Genç adam; “Ne o len, seni de mi uyku dutmadı? Gel len gel. Ahıra baktın mı len çavış? Ya kümes ne alemde len?” Tam o sırada kümesten tavukların gurklarıyla horozun goorkları duyuldu, ama arkası gelmedi. Karabaş uzandığı yerden kuyruğunu salladı, gözlerini kapadı, “Her şey yerli yerinde” dercesine bir nefes verdi havaya, gecenin serinliğine karıştı gitti o tıslama. 
         “İçeri girmektense şurada biraz kestirem. İçernin bungunluğundan bura daha eyi len çavış" dedi. Ağustosun son günleriydi. Hakikaten havanın bu serinliğinde daha iyi uyunurdu. Başını duvara, yanağına destek yaptığı kolunun dirseğini de sert ot yastığına dayadı. Hava serin, bir limonata kadar leziz, lacivert kubbede yıldızcıklar inciler gibi parlarken süt dökülmüşcesine gökyüzünde koskocaman bir leke gözüne battı genç adamın.

        “Bir koca merdiven alsam, taa aya kadar uzunca bi şey. Ayın on dördünde yeni doğarken, Silsile başına çıksam da dayasam merdivanın bir ucunu aya, bir kovayla bir de uzunca ip.  İp kovanın sapında, çıksam yukarı, silsem şu süt lekesini silinme mi? Kovadaki su kirlendikçe anam da aşağıdan su verse bana. Ya da Seher ablanın kızı olsa len, olma mı?”  dedi, durdu, ardından ekledi:
 
        “Her şeyi gözel yaratan koca Allam, şunun şuralarını da tertemiz yapamaz mıydın?” güldü içinden. Güzel deyince ilk okuldaki sınıf arkadaşı sarı saçlı, ay yüzlü Münire geldi. gevrek gevrek kıkırdadı. 

        "Goca Rabbım, urası lekeliyse,  Vardır unun da bir sebebi be” 
     
        Tekrar baktı gururla duran gök kubbeye. Etrafı dinledi. Karabaşın gürültülü nefes alışından ve duttan çıtlayıp yere düşen olmuş, geçmiş meyvelerin yerde otlarda çıkardığı çıtırtılardan başka bir ses var mı diye. Genç adam mahmurlaşan gözlerini kapadı. “Hepsi bu kadar” diye düşündü. Sessizliğin sesinden başka duyacak bir şey yoktu.
 
        Köpeğin ayaklarını yalamasıyla gözlerini açtı. Dut dalları arasından sıyrılan güneş üzerine gelmişti. Göz kapaklarının aralığından duruşunu bozmadan etrafına bir göz attı. Güneş iyice ısıtmıştı bedenini, bir kara sinek yanaklarına doğru hamle edip kondu, konmasıyla genç adam gözlerini açtı ve kara sinek olduğu yerden sıçrayıp tekrar vızıltıyla uçuşa geçti. Genç adam uyuşmuş elini, başından yavaşça çekerken akşama tarlada uyuyacakları geldi aklına. Çocukluğundan hatta babalarının ve dedelerinin zamanından beri her sene bu böyle olurdu tütün zamanı. Erkenden gidilir geç vakte kadar kalınır, ya da orada saz damların altında yatılır ki yeniden gün doğarken erkenden iş başı yapılırdı, bir hafta boyunca... Bu akşam işte orada kalınacaktı.
 
        Tütün bu bölgenin tek geçim kaynağı, Amerikan yerlileri şifa bitkisi tütünü keyif verici olmaktan ziyade iyileştirici ağrı giderici özelliğinden benimsemişlerken, eski dünyadan gelen bu adamlar tütünün keyif verici özelliğini bütün dünyaya yaymışlar, bundan da servet yapmışlardı. Üretilen sigara ve purolarla; asıl yükü çeken ve ezilenler, ekenler ve biçenler iken asıl parayı kazanan ondan dev bir ticaret geliştiren akıllı sermaye sahipleri olmuşlardı. Meselâ, Manisalı Şinasi[1] Morris. Ondan habersiz genç adam mahmur bir halde, bu akşam yine tarlada uyuyamayacağını düşündü. Aklına akşam duvardan çıkarak kendine doğru uzanan eller geldi. 
         “Ulen bana bişey söylemek istiyor birileri desem?” diye dudağını büktü. “İyi saatte olsunlar, benden uzak dursunlar” dedi. Aklı Münir'eye takıldı o sırada:

        “Bizimkiler niye kalkmazlar ki? Güneş tepeye dikiliyo nerdeyse” diye söylendi. Uyuşan kolunu ovuştururken, yerinde oflaya puflaya doğruldu, yere bastı ayağını, taşlar hala akşamın soğukluğunu taşıyordu, ürperdi. Sokak kapısına yanaştı, koluna yapıştı, iterek açtı, başı öne eğik, içeri adım attı, esnemek için başını kaldırdı, karşıya baktı, içerisi loş bir taşlık olacakken, burada da mavi gökyüzü. Bir üzüm bağının toprağına adım atmış olduğunu anladı, tozun toprağın içine. Bağdaki yemyeşil asmalar muntazam bir şekilde uzanıp gidiyordu neredeyse ucu bucağı görünmez yerlere kadar. dışarıdaki güneş burada da var. Korkuyla geri sıçradı içeri girerse bir masal içinde yitip gideceğini sandı, hemen eşikten adımını dışarı attı ve o şaşkınlıkla kapıyı çekip kapattı. Tekrar etrafına baktı şaşkınlıkla. Burası ön bahçeydi, evet yanda bir kerevet, ot yastıklar ve minderler sedirin üzerinde, karşıda yaşlı dut ağacı, altı dökülmüş meyve lekeleri ile desenlenmiş, ondan biraz  ileride bir yaşlı incir ve derme çatma bir ahşap çit ve yılların yorgunluğundan yere dayanmış bir çift bahçe kapısı kanadı. Genç adam şaşkınlıkla etrafına bakınmaya başladı. 
           
            “N’oluyor len bana? Daha uyanamadım mı ne?” 
            
            Karabaşın yan taraftan arka bahçeden kuyruğunu sallaya, sallaya geldiğini gördü.

        “O da burda” dedi kendi kendine. “bismillah” deyip tekrar kapıyı araladı. Tereddütle içeri baktı. Manzara aynı manzara. Çekti çıktı kapıyı, evin nereye kaybolduğunu anlayamadan, dışarıdaki kervete ayaklarını toplayıp oturdu yine. Uzaklara baktı, aydınlık bir gökyüzü, ön tarafta ve yanda komşu taş evler, aynı bakımsız çitler, velhasıl her şey yerli yerinde bu tarafta. 

            “Benim uyanmam lazım galiba” dedi ve akşam gece yarısı dışarı çıktığındaki uyku durumunu aldı, gözlerini sıkı sıkı kapadı. “Ulen ben hele bir uykuya dalayım” dedi,  elini yüzüne yaslamışken aklına ters elini dayadığı geldi, oturumunu değiştirip sağ elini sağ yanağına koyup dirseğini ot yastığa ve kafasını da hafifçe duvara dayadı. Gözlerini yumdu, rüzgarın serinliğinin yüzünü yaladığını duyumsadı. “Hah işte bu lazım” dedi. Bu durumda ne kadar kaldığını bilmiyordu ama bir türlü dalamıyordu. Genç adam gözleri kapalı uyuma gayreti içindeyken, kapının kolunun yavaşça çevrildiğini, ve kapının açıldığını duydu, heyecanla gözlerini açtı. babasının sararmış atleti ve kahverengi çubuklu pijamasının altıyla açık kapının önünde dikildiğini ve esnediğini ürkerek seyretti, babası gerinip esnerken O ardındaki açık kapıdan içeriye dikkatle baktı, evin taşlığı yerinde duruyordu.

            ”Merhaba beybaba” dedi, genç adam. Babası onu hiç duymamış,  hiç görmemiş gibi bir daha gerindikten sonra sallanarak içeri girdi ve kapıyı kapattı.  Sedirin üstünde kalakaldı genç adam. “Len karabasan dedikleri bu olmalı... Nerden düştüm içine?” diye isyan etti “Uyanmam lazım bene emme önce uyumalıyım anasını satiim” diye homurdandı. Ne kadar zaman geçti bilmiyordu ama yavaş yavaş rahatladı ve daldı gitti.


***
 
            Orta yaşlı adam, elindeki malayı harç tezkeresinin içine attı. Alnında biriken ve yanlarından akarak içine süzülen terleri, boynundaki terlikle sildi. “De gidinin donuzu, ne de güzel yapmış ha! Kıyamadım kazımaya, kırıp atmaya. Ev ayakta durduğu sürece o da yaşasın. Eee Yorgo efendi istediğin oldu mu? Memleketimize gelirsen andossun ki duvarı yıkar gösteririm sana.” diye mırıldandı.
 
            “Mektubunu okudum, bilesin ki senin sıkıntından taa fazlasını yaşadık biz son on beş senede. Üç defa göçtük be.. İlkinde Bulgar komitacı[2] korkusundan kaçtık, Kırcali’den Gümülcine’ye. Ben taa on ikisinde bir kızan... Babam amcamla beraber seferberlikte, on iki nufuzlu iki evin de reyisi, ellisinde bir dede...  Çok değil üç sene sonra yene Bulgar istilası[3], bu seferkine Kavala’ya kaçtık, evi barkı bıraktık,  taa sonra urdan Sarışaban’a. Babam Balkan isyanları için askerdeyken anam, kardeşlerim ve bi çift öküzle” durdu yutkundu, ağzı kurumuştu.
 
        “Babam amcam bir daha gelemediler, en son göçümüz de artık evliydim ilk senemdi, karım yollarda sefalet içinde ilk çocuğumuzu düşürdü, Trakya ayazında ya’murda, çamurda yürüyecez diye debelenirken, ben de ciğerlerimi üşüttüm yollarda. Şindi er nefez alışımda ciğerlerim azdan azdan türkü süler. Senin, benim üzülmemiz neyi değiştirir ki... Kadere inanır mısın? Benim de kadere imanım vardır. Allahın iradesi üstüne irade olmaz, bilirsin. Kadere inanmazsak nasıl dayanırız bunca acıya? Şimdik bir tek oğlumuz var. Yaradan bağışlarsa onunla avunacağız, adımızı, sanımızı devam ettirir deyi” dedi kendi kendine. İçini çekti Adam:
 
            “Te geldik bura bakam yarın n’olcek? Mevlam neyler, neylerse güzel eyler derler ya?!… Sizde de vardır büle söz, ben bilirem..”
 
            “Bu da benim mektubum sana Yorgo efendi” diye söylendi kendi kendine.
Bir elinde ekşi mayadan bir parça ekmek ile ortada dolaşan dört, beş yaşlarındaki oğlana:            “Şu küççük destiyi anana götür de biraz su koyup, getirsin. Hadi bakim kızanım benim” dedi orta yaşlı adam. Çocuk elinin tersi ile burnunu sildikten sonra testiyi kavradığı gibi fırladı gitti. Büyük babasının hükûmetten aldığı evi, babası elden geçiriyordu. Yer yer kararmış ahşap pencerelerin camlarının macunlarını ikmal etmiş, odaların dökülen sıvalarını ve badanalarını elden geçirerek yeniden çivit katılmış kireç badanayla bütün odaları açık menekşe moruna boyamış, alt katta cepheye gelen iki pencere arasında kalan moloz taş duvarın önüne, yine alt kattaki hamam   duvarından arta kalan harman tuğlasıyla duvar örmüştü, eni bir metre  boyu tavana kadar çıkardı. Ardından yüzüne samanla karışık kireç sıvasını itinayla sürdü.

            “Kuruyunca çivit badanayla boyarım kimse ayırdedemez, breh, breh” dedi. Kadın elinde bir testi su ve çamdan bardakla yanına geldi adamın yanına, peşinde de küçük çocuk. Adam suyu içtikten sonra; 
           “Nasıl eyi olmuş mu?” diye duvardan uzağa çekilip sordu. 
       “Olmaz mı? Ellerin dert görmesin adam. Kaç gündür perişan oldun. Çatısından temeline kadar elden geçirdin, keşiş Yorgos gelse ağzı açık kalır valla” diye gülümsedi.
        “Babamın kısmetine bura düştü, daha iyi bir yer de olabilirdi. Amma burası da böyük sayılır, evin bahçası geniş, ev orta karar, amma bağı büyük oldu babamın. Taa ne olsun” diyerek, gerindi. “Şimdi bir de arkadaki ambarı elden geçirirsem işler biter” dedi.         “Şu oğlan biraz büyük olsaydı da yardım edebilseydi” diye içini çekti çocuğa bakarken.
 
            “O da olur inşallah” dedi genç kadın.
 
          Çocuğun aklında kalan bu kadardı bu evle ve babasının çalışmasıyla ilgili. Aslında annesi, dedesi ve babasının hep birlikte evi, ahırı, nasıl tamir ettiklerini hayal meyal hatırlardı o küçük çocuk, şimdi genç adamın babası. Yalnız onlar değildi ki, bu yıllarda bütün köyde bir seferberlik olduğunu anlatırdı yaşlı adam. Her şeye yeni baştan başlamışlardı. Sade evleri değil, bağları bahçelerı ve çeşmeleri imeceyle elden geçiriyorlardı. O yıl ve ertesi yıl Dionisos’dan kalan o üzüm bağları, bahçeler bakımsızlıktan viran olmaya başlamıştı.
            
            "İçimiz dışımız üzüm len."
 
            “Çünkü bildimiz bir şey değildi be bağ işi, şarap işi. Üzüm dışında şarabı da kime satcan tabi. Şaşkınlattılar bizimkile gözümün ünündedir alâ. Ertesi yıl bağları sökmeye ve tütün dikmeye başladı kövlü” diye devam etti genç adamın babası.
            “Herkes yokluk içinde ama yeni yurtlarında can korkusu ve aşağılanma duygusu olmadan çalışırlardı be, inançla, kavga edercesine tabiatla yarışırdı erkes. Yarı aç, yarı toktuk. Ezerdi bizi geçen günler...” dedi yaşlı adam. “Çocuktum yemek yemediğimiz ya da az yediğimiz gecelerde su içerdim bolca, ama uyuyamazdım açlıktan. Yorganın altında ağlardım uyuyuncaya kadar” diye anlatıyordu babası.

        “Bubamın evi tamir ederken ki ali heç gözüm önünden gitmez. Öksürmediği zamanlar, maaşaallah güclü kuvvetli, pelvan gibiydi. Zaten memlekette de güreşirmiş diye anlatırdı bubam” diye anlatıyordu babası genç adama, kerevetin üstünde. O da gözlerini ve kulaklarını olabildiğince açmış dinliyordu. Adamın bir süre sonra çenesi titredi, burnu sızladı. O günlerin hayali gözünün önünde, yaşıyor gibi anlatıyordu.

        O zamanlar görünüşte genç yağız bir adam, yanında babası ile beraber bir evi baştan sonra kadar yenilemeye çalışıyorlar, ellerinde kürekler dönüyor harç karıyorlar, dönüyor harç tezkeresiyle aşağıya, yukarıya, bu odaya, şu odaya harç taşıyorlar, arada babası elinde komşudan aldığı pala, rende, iskarpela pencere pervazlarının çürüyenlerini yenilerken, oğluysa bulabildikleri taş ve tuğlalardan yıkılmaya yüz tutmuş duvarlarını tamir edip hazırladığı harç ile sıvalarını yapmaya çalışıyordu.  Bu yalnız kendi evlerinde değil, bütün köyde bir seferberlik emri varmış gibi, bütün aileler evleri ahırları, kuyuları, sarnıçları elden geçiriyor ve yeni yurtlarını kendilerinin yaşayacağı hale getirmeye çalışıyorlardı.  Artık eski köyleri yoktu bu insanların. Uğraştıkları, bildikleri yaşam çeşidi, ya da ektikleri tarım çeşidi çook uzaklarda, taa denizin ötesinde kalmıştı. Burada, terk edilen bu köyde yeni baştan başlayacaklardı hayata. Bu yeni yurtlarında, yeni bir doğumdu. Sancılar içinde zor geçen bir doğum. Anadolu’da bir milletin, kaderinin değişmekte olduğu ve bir  Cumhuriyetin doğum günleriydi o günler...


***

            Mübadeleyle yerini yurdunu bırakıp Anadolu’ya gelen ve bu köye yerleşen tüm aileler Yunan askerinin Birleşik Krallık’ın taşeronu olarak İzmir’e çıktıkları O meşum günden itibaren başlayan taciz ve zulmü Rumeli’de, kendi yurtlarında  yaşamış insanlardı. Bir gün geldi ki Yunanistan’daki Yunanlılar şaşkınlıkla oldukları yerde kalakaldılar, askerleri Anadolu içinde yenilmişler korkuyla  kaçarlarken hırslarını önlerine çıkan canlılardan alıyorlardı.

            Selanik civarındaki Osmanlı’dan kalan Türk köyleri, gazetelerde son hafta okuduklarına inanamadılar; bir kaç ay öncesine kadar bando eşliğinde Anadolu Platosunda rahatlıkla ilerlediklerini ifade ederken, son günlerde Türklerin topyekûn taarruza kalktıklarını, Yunan ordusunun hücuma kalkmak üzere yeni mevziler yapmakta olduğunu anlatmaya, daha ertesi gün ise ordunun İzmir Uşak arasında savunma mevzileri kurduğunu, son gün akşam haberlerinde İzmir’in boşaltılacağı yazılmış, iki gün sonra Ordunun bozguna uğradığını ve kaçabilenlerin İzmir rıhtımından mavnalarla ayrıldıklarını yazmışlardı.  Takip eden günlerde rıhtımdan ayrılan insan dolu mavnaların ve artlarında kara dumanların göğe yükseldiği yanan bir şehrin  resimlerini basmışlar, tabii garip yorumlar da yer alıyordu. Dört beş gün sonra Anadolu’dan Eylül’ün ilk haftasında İngiliz ve Malta gemileriyle ayrılan insancıklar toplu halde, Selanik ve Pire’de  görülmeye başladılar. Korkmuş, titreyen çaresizler rıhtımda bekleşiyorlarken kızıl haç onlara yardım etmeye çalışıyordu. Ne var ki mağlubiyetin bedeli sadece bu insanlar için değil bütün ülke için bir felâket olmuştu. Gıda ve diğer ihtiyaç maddelerinin yokluğu ile  ortaya çıkan karaborsacılık, kasıp kavurmaktaydı şehirdekileri. Köydekilerin durumu biraz daha iyi gibiydi, kendi ürettikleriyle yetinmeye çalışıyorlardı. Hükûmet son çare karneye bağladı un, şeker, ekmek, yağ gibi bazı gıda maddelerini.

            Çevredeki Türk köylerinde yaşayanların endişeli bekleyişleri başlamıştı artık.  Anadolu’dan sağlıklı haber alamadıklarından ne olduğu konusunda her kafadan bin rivayet anlatılıyordu. Sevinseler mi sevinmeseler mi onu da bilemiyorlardı ailelerin büyükleri, ama korkuyorlardı. Dokuz, on sene önce yaşadıkları akıllarına gelince yaşlı Osmanlı’ya da, genç TBMM Hükûmetine de güvenemiyorlardı. Ama ne olmuşsa olmuş Yunan Ordusu perişan olmuş, çoğu teslim olurken bir kısmı da rıhtımdan düşerek veya atlayarak liman dışında bekleyen İngiliz ve Malta bandıralı gemilere ulaşmak için yüzerken  denizde boğulduklarını duymuşlardı.
            
            Köylülerin aklına bu kızgınlık içindeki Yunan halkının köylerine saldırabileceği fikri yavaş yavaş hakim olmaya başladı. Geceleri nöbet tutuyorlarken gündüzler de nöbete dahil oldu. Aradan bir kaç hafta geçti, toplandılar öğretmen ve imamla beraber, dediler ki:
 
        “Yunan cendermesi  yandaki küye kadar gelmiş, evlerde silah arayalar, yağ küplerini kırarlar, pekmez küplerine süngü daldırıp sila ararlar, eep mundar ederler yiyecekleri, ekmekleri süngülerler, ne istedilerse? Bunlara karşı koyan dedeciğe dipçik vurarak kafasını yararlar, ta ertesi günü mefat etmiş İlmi dede zavallı."

        “Öte küyde de samanlıkları ve köv camisini yakmışlar” dediler de ardından yakınmalar geldi; “Bu böyle geçmez, ne varsa yine öbür tarafta bizimkilerin yanında var, kaçıp gidelim uraya, gidelim de, gerisi Allah kerim. Bu kızanlar, kızancıklar korku içinde kaldılar be” dediler. “Gidelim de mal mülk n’olacak?” diye kafalarına takılan soruya da cevap Selanik’ten geldi, iki tüccar köyleri dolaşıp, yükte hafif pahada ağır ne varsa öldüm fiyatına toplamaya başlamışlardı. Bundan dokuz sene önce de bu köydekiler Gümülcüne’de mallarını mülklerini Bulgarlar’a bırakıp buralara gelirken de aynı eziyeti, aynı yokluğu çekmişlerdi. Buralara adeta dilenci gibi gelmişlerdi, kimsede elde yok, avuçta yok, üstte yok, başta yok, çıplak ayaklarını sürüye, sürüye  gelmişlerdi. Kendileri ağlamışlar, kendileri dinlemişlerdi hallerini. Devlet-i Ali-i Osmani’nin düzeni yıkılmıştı beklemedikleri bir devletin sınırları içinde kalakalmışlardı artık: 1824 de Mora’da kurulan krallık Edirne’ye komşu olmuştu, topraklarını 5 misli genişleterek.

            Balkan savaşları sonrasında kurulmuş olan Batı Trakya Türk Cumhuriyeti[4] sadece iki ay yaşayabilmiş, Destek veremeyen Osmanlı hükûmeti imzaladığı İstanbul anlaşmasıyla bu toprakları yani bu insancıkların topraklarını mallarını, mülklerini ortada bıraktırarak üç, dört gün içinde Bulgaristan krallığına terk etmişlerdi her şeylerini. Böyle bir devlet macerası adeta yüz karası olmuştu, bunu yaşayanlar için, Selanik taraflarındaki köylere gelip akrabalarının yanına adeta sığıntı gibi, dilenci gibi yerleştiler bir süre onların yardımlarıyla yaşadılar, şimdi de bu sefalet. O gün şehre bir tanıdığına tavuk, yumurta vs götüren okul öğretmeni getirdiği gastede sevinçli bir haberi okuduğunu köye müjdeledi:

            “11 Ekim 1922 günü Mudanya mütarekesinin, TBMM Hükûmetinin galibiyetini tescilleyen ateş kes anlaşmasının, mütttefiklerce imzalandığını ancak Yunanlıların halâ imzalamadıklarını” söyledi etrafını sarmış köylülere. “İtilaf devletleri Yunanistan’ın Doğu Trakya’yı boşaltmasını istemişler, anlaşma gereği, hem de hemen. Adamlar yenildikleri bir savaştan sonra bile işgal ettikleri topraklarda inatla otururlar be... İtilaf devletleri de İstanbul’dan Batı Trakya’ya  çekmişler kuvvetlerini, bir ay daha kalacaklarmış, Bizimkiler Boğaz’a 15 km kadar yaklaşmışlar” diye anlattı. Biraz durup nefes aldıktan sonra; “Ayrıca Venizelos Hükûmeti de dün istifa etmiş, Kral küplere binmiş, saraydan kovalamış bu boynuzluyu” diye gülerek anlatıyordu öğretmen. “Bankaların önünde kuyruklar gördüm, bir haftadır kapalıymış Banco di Roma ile Credit Lyonnais”. Ordularının nerdeyse yarısı yok oldu, valla bu alçaklar kayıplarını İngiliz, Fransız keferesinden alamazlar gelip bizden çıkarırlar acılarını” dedi etrafındakilere bakarak, “Ne yapalım edelim pılımızı, pırtımızı toplayalım ağalar”.
 
            Birkaç gün sonra bu öğretmen eşi ve iki çocuğu Selanik'e giderken tepelikte pusu kuran haydutlar tarafından öldürülürler. Herkes şok olur, neyin, nasıl olduğunu anlayamazlar. O hafta içinde cenderme de köye  gelir, her evde bir bıçak deyip,  diğerlerini ve silah niyetine ne varsa,  hatta kebap şişlerini dahi toplayıp götürürler. Bu da hayra yorulacak gibi değildir. Genç adamın dedesi: “Dedem babamla, çoluğu çocuğu toplayıp köyleri basılmadan doğuya doğru yola çıkıp,  Gümülcine’yi geçip Dedeağaç’a ulaşmaya karar vermişler. Bir iki aile de katılmış bu fikre sabaha karşı ezan vakti arabalara küçük çocukları ve yatak yorgan, nevale vs koyarız, yola çıkarız,  demişler.   Anacım önce babasıgilin de gelmesini istemiş ama annaanne ve dede yürüyecek halde değiliz diyerek gelmeyiz derkene, dayımlar da  onları bırakamayız demişler, annem bütün gün ağlamış bir daha göremeyeceği anne, baba ve ağabeyleri için.  Acıklı bir veda olmuş. Bizimkiler sabah ezanını beklemeye başlamışlar” diye sözlerini tamamladı. 

Birinci bölüm sonu.   






[1] Bu sanayide de sermayenin yarattığı mitler de vardır. İşte Manisa’da  1855 de yahudi bir ailenin oğlu olarak doğan Türk adı Şinasi olan Morris İzmir’de ve Mısır’da tütün alımında çalışır,  bu işten eline geçen 25.000 Dolarla  1890 da Amerika’ya göçer ve NY da kardeşiyle beraber ilk sigara fabrikasını kuran Morris daha sonra Marlboro’ya efsanevi bir şekilde ortak olur. Zora düşmüş olan Marlboro şirketine bir ay içinde satışlarını 3 katına çıkaracağı iddiasıyla gelir. Kaybedeccek bir şeyleri olmayan şirket bu teklifi kabul eder. Boş ve ezilmiş  Marlboro paketlerini geceleri uçakla çeşitli şehirlerin üstünden  attıran Manisa’lı, halkın gösterdiği merak yüzünden o ayki satışı 5 misline çıkarttığı ve böylece Marlboro’ya ortak olduğu, ve Philip Morris şirketinin doğduğu  anlatılır.

[2] Bugaristan krallığı (1906-8) de kurulurken, Bulgar çeteleri  yaptıkları sistematik terör ve  katliamlarla Pomak ve Türklerin bölgeden kaçmalarına  ve bölgede müslümanlara karşılık, Bulgar Slav  nufusun hakimiyetine çalışmışlardır.
[3] I.  Balkan harbinde (1912 de) Doğu Trakya ve Edirne Bulgarların eline geçmişti. 30 Mayıs 1913 Londra ateşkesinden 23 gün sonra II. Balkan Harbi başladı ve 10 Ağustos 1913 de Bükreş Anlaşması ile bu bölge Yunanistan’ın kontrolüne geçti. Ertesi yıl Avusturya- Macaristan imparatorluk Veliahtının 28 Temmuz 1914 de Saray Bosna’da öldürülmesinin ardından, başlayan dünya savaşında Yunanistan ve Bulgaristan’ın farklı cephelerde yer almaları sebebiyle, Oralarda yaşayan ahali  önceleri, Bulgaristan Yunan Krallığı arasındaki harbin tam ortasında kalmış, kimi zaman Yunan vatandaşı kabul edilerek; Bulgarlar tarafından esir kamplarında toplanarak eziyet görmüşlerdir. Osmanlı’nın koruma çabaları müttefik Bulgaristan nezdinde zaman zaman yetersiz kalmışken, aynı yer ahalisinden  Osmanlı’ya kaçan soydaşlar da, Devlet-i Ali tarafından bazan şüpheyle karşılanmışlardır.
[4] Garbi Müstakil Türk Hükûmeti: 25 Eylûl 1913 da kurulup, 29 Ekim 1913 lağvedelmiştir.

2 yorum:

  1. Eline, aklına sağlık Sadık.
    Başarıların devamını diliyorum. Bu seri çok güzel.
    Aydın

    YanıtlaSil
  2. Bu öykü Eylül 2017 de Artur Burhaniye'de başladı ve uzun sürede toparlanabildi.. : 26 Ocak 2018 Cuma 01:00 gününde son kısmı bitirildi.

    YanıtlaSil