MUYRAVKA’YA
GİDİŞ
Ben bir akvaryumda yaşıyorum. Ne zamandan beri mi?
Bilmem kendimi bildim bileli ben hep buradayım. Boyuna doğru yüzersen elli boy,
öbür tarafa yüzersen yirmi beş boymuş. Sonunda kendini görürsün birden bire, -
bunu yeni öğrendim, daha önce karşımda duran hayali yüzü başkası zannederdim - arkamdaki fonda da taşlar, kayalar, mercan dalları görünürdü. Burası dünyamızın
sonudur. Şimdi ağzımı açtığımda ağzımdan
mı, burnumdan mı, gözümden mi baloncuklar çıkıyor, yerlerine sular giriyor. Bu
hep böyleydi, böyle de kalacak sanırım. Bu dünyada ben yanlız da değilim ha,
bana benzeyenler dolu etrafımda... Ben bir akvaryumda yaşıyorum.
Belki de siz de bir akvaryumda doğmuş yetişmiş
birisisinizdir. Olamaz mı? Bunu hiç merak etmediniz mi? Belki bir
akvaryumdasınızdır da siz daha fark edememiş olabilir misiniz? İçinde yaşadığınız
dünyanın nasıl farkında olurdunuz? Ben de buranın bir akvaryum olduğunu yeni
öğrendim. Ne zaman mı? Onu şu an hatırlamıyorum.
Tepeden parlak bir ışık yanar, bazen de söner. Ama
daha çok parlayarak yanar durur. Uykumuz gelir yüzmekten vazgeçer suyun dibine
bırakırız kendimizi ama ışık bizi perişan eder. Uyumak ne kelime dinlenmek bile
yok. Ağzımı açarım; “Ulan kapatın şu ışığı” diyeceğim, karşımda kabarcıklar
önümü göremez olurum. “Kapat ulan!” Kimse duymaz sesimizi. Işık tepemizde
parlar durur. Tepemizde mi? Her yanımızda demek daha doğru..
Bazen
yukarıdan bir yerden yemlerimiz dökülür, aynı anda yukarıya doğru yüzgeç
vururuz. Neden mi böyle? Bilmem bu hep böyleydi de onun için olabilir mi? O anda
yüzen benim gibi bir sürü hareketli varlık ile görgüsüzce atılırız yemlere. Ama
aynı anda kapışırız, ne ise onları. Kimse kimseye yer vermez, yanaştırmaz, hatta
kaba bir şekilde kovalarlar. Kavga ederler. Bazen aç kaldığım olurdu, tabii
küçükken. O zaman, geçmek bilmezdi boş karınla zaman. Bekle ki yeniden dökülsün yemler. Yemleri
beklerdim, kafadan söyle dalarım diğerlerinin arasına, sağ yüzgecimi vururken soldan
çalım atar geçerim önümdekileri, bir anda önüme çıkan yemleri ağzımı şöyle
açar, böyle kaparım diye yiyeceğimi düşünürdüm. Düşünür, düşünürdüm. Düşünmek yapmaktan kolay tabii.
Bazen de yemler unutur bizleri, gelmezler.
Ben açım, o aç, biz açız. Ne zaman mı? Ne bileyim, işte o aç kaldığımız
zamanlar. Nerde kalmıştım? Haa aç karnımla başbaşa kalınca ne mi yapardım
diyordum. Ne yapardım? Bir seferinde idi,
dünyanın sonuna kadar bir hırs ve hızla yüzdüm, yüzdüm, yüzdüm sonunda karşıda
kendim gibi birini gördüm. Durakladım. Yaklaştım yavaşça. Ağzı üzgün, gözleri fersiz bana
bakıyordu. Fakat kuyruğu ve yüzgeçleri başının iki yanında pembe, kırmızı şallar
gibi savruluyorlardı. Bir süre seyrettim. İçimde bir hayranlık. Hayranlıkla
seyrederken, sonra...? Neydi? Haa, yanağından
öpmek istedim ama bir tuhaftı, yapamadım. Tekrar, tekrar denedim ama olmuyordu. Öpmek için
ağzımı yanaştırırken karşımdaki de bana ağzını yanaştırıyordu. Sonunda
dudaklarımı dünyanın sonuna yapıştırdım, öptüm orada gördüğüm dudakları, o da bana yapıştı...
Öylece kaldım bir süre, karnım aç, gözlerim
sonuna kadar açık, arkada kaya görüntülerinin koyu gölgeleri var, tıpkı burada olduğu gibi, koyu
gölgelerin içine doğru ilk defa bakabildim dünyanın sonunda. Karanlığın ötesine
doğru ürkerek ilk defa baktım...
İlk defa olduğunu söylemiş miydim? İlk defa karanlığın
içine doğru baktım, hayallerle dolu bir boşluk, orada ötelerde bir yerlerde ışık var sanki, var da yok
gibi ama dalgalanan gölgeler vardı uzaklarda. Korkarak geri çekildim.
Yüzgeçlerimi o korkuyla aniden nasıl salladıysam, aşağıdan bir yerlerden bir kum bulutu
yükseldi etrafımda ve önümde de kabarcıklar belirdi, taa yukarılara kadar yükseldiler.
Oldukça geri çekilip ne olacak diye bekledim bir süre merakla, ama hiç bir şey
olmadıydı. Tekrar dünyanın sonunda o bana benzeyen yaratığın arkasında görünen
manzaranın karanlık köşelerinden derinlere doğru baktım, oraya tekrar tekrar
baktım...
Ne diyordum ben? Karnım açtı, akvaryum dünyasının
sonundaydım değil mi? Evet, oradan karanlıklara baktım ve o ışıklarla gölgeleri
tekrar tekrar gördüm. Benim açlığıma bir faydası oldu mu? Yoo, olmadı. Aç
karnına da fazla düşünemiyordum ama "Dünyanın sonu, mutlak son değil" diye düşündüğüm. Evet orası mutlak bir son değil en azından artık
benim için. Evet, hızlı yüzersen eğer “küüt” diye çarparsın kayaya çarpar gibi,
ama bu sonun ötesinde de başka bir şeylerin var olabileceği ilk o zaman aklıma
geldi. Başka bir dünya mı? Ne? Ne ne? Haa... Evet, başka bir dünya var. Bu dünyadan ötede başka
bir dünya. Görür gibi oldum, evet, evet. Görür gibi değil, bence kesinlikle
gördüm.
İşte bu düşünce
aklımda filizlendi ama beni de oldukça ürpertti. Sonraları ürpererekten de olsa
kaçamak falan gider oldum dünyanın sonuna. O loş aydınlığın içinde harkeket edenleri
gördükçe ben de orada olsam dediğim zamanlara geldim. Artık karnım tok iken de
düşünebiliyordum kendi kendime. Acaba benim dışımdaki bana benzer bu şımarık
canlılar da düşünebiliyorlar mıydı? Şimdi neden bahsediyordum? Evet düşünmek...
Ben düşünüyorum ama benim cinsimden olan öbürleri de benim gibi düşünürler mi?
Sorsam hangisine hem de nasıl? Bunu da düşündüm ama bir sonuca varamadım. Düşüncelerim sonunda bir yem verdi. Bana
benzeyen bir varlığın karşısına çıktım, yüzgecimi salladım. Şaşırdı ama o da
bana yüzgeç salladı. Öbür yüzgecimi salladım, o da aynını yaptı. Ağzımdan
baloncuk çıkarttım, o daha çok baloncuk çıkardı. Sonra yerden toz kaldırdım, o
daha çok toz kaldırdı. Baktım sol yüzgecinde bir kara leke var ama ufacık,
“işte” dedim “onu diğerlerinden ayırabileceğim bir işaret bu olmalı” diyerek
lekeyi işaret ettim. Şaşkın şaşkın baktı, sonra ağzıyla baloncuklar yaptı bir
sürü... Ben de...?? Neydi, neydi? Haa işte böyle arkadaş oldum bu akıllıyla... Artık
ben bir, O ikiydi benim için, O benekli, ben beneksiz, yani görebildiğim kadarıyla.
Bir zaman sonra dünyanın sonuna götürdüm onu, O beni
seyrederken, dünyanın sonunu öptüm her
zamanki gibi. O da beni taklit etti tabii. Sizler de böyle şeyler yapmaz
mısınız? Sahi mi? O yaptı. Ben dudaklarımı yapıştırıp öylece kaldım, karşıya bakaraktan.
Yüzgecimle yanıma çağırdım. Ürktü ama yanıma gelip O da öyle yaptı. Ben
gölgelerin ötesinde öte tarafı seyrettim tabii. Ama O benim gibi uzun süre
durmamıştı. Benim dudaklarım yapışmış ileri doğru bakarak durmaya devam
ettiğimi görünce aynını tekrar yaptı. İkimiz de öylece bekliyoruz. Sonra? Ne
sonrası?
Ben öte tarafta gölgeleri ve ışıkları seyrederken
yanımda bir çırpıntı olduğunu duydum. İki, korkuyla geri çekilip ileriye dikti
gözlerini. Gördü. O da gördü, gördüğünden eminim. Gördüğünü anladım ben...
Yüzgeçlerimi heyecanla çırptım. O da yaptı. Sonra hızla döndü ve
uzaklaştı.
Evet öte tarafta bir şeyler vardı, bizim dünyamızdan
ayrı. Benden başkaları da görebilirlerdi. Orası başka bir yerdi bizler için. Bu dünya
gibi olsaydı, burada biten bir son olmazdı, dedim kendi kendime. Uzun zaman
bunu düşündüm yemek zamanları dışında, hani tembel tembel yüzülür ya işte o
zamanlar mesela... İki ile dolaşırken
mesela. Bu dünyanın sonu var ama sonun ötesinde de bir şeyler var derdim ona. Ne anlarsa artık dediğimden.
Bizim dünyada zaman zaman yukarıdan bir kepçe gelir
bazılarımızı yakalar, yakalar, yukarı götürür. Gidenlerin geri geldiğini
görmedim galiba. Gelmiş de olabilirler belki de ama ben bilmiyorum birbirimize benzediğimizden.
En azından ben öyle sanıyorum, farkında olamayabilirim... Ne? Farkında olmak ne
demek? Haa, evet... gidenleri diyordum, bir daha görmezdim zannederim. Bir
zaman sonunda kepçe bizim İki’yi yani benekliyi yakaladı, çırpına çırpına aldı
götürdü. Onu bir daha bizim dünyamızda göremedim. İşte o zamandan sonra
gidenlerin gelmediğinden emin oldum, evet.. emin oldum ki bu kepçe götürdü mü
geriye dönüşü yoktu. Benekliyle beraber kaç tane giden olmuştu, hatırlamıyorum.
Benekli İki gidince yalnız takılmaya başladım, tekrar
birileriyle diyalog kurmak istemiyordu canım. Boş boş dolaşır oldum, dünyanın
bu ucundan taa öbür ucuna, gidiyor dönüp geliyorum. Bu sefer buradan öbür
tarafa, öbür uca yüzüyorum tembel tembel... ne yapmam gerekirdi ki? Ben
yalnızca salına salına yüzüyorum, şimdi yukarıya sonra aşağıya, bir sağa bir de
sola, başka yapacak işimiz ne ki? Ben bilmiyorum gerçekten bütün bizim dünya
halkı da öyle yapıyor, gidiyoruz, geliyoruz, arada sırada mevcut kayaların
arasına takılıyoruz, durup durup baloncuklar yapıyoruz, eğlenceli oluyor... Ben
böyle boş dolaşmaya bir isim vermiştim...
neydi o isim? Neydi? ... Haa, Volta atmak!
“Ne bu şimdi? Volta! Ne bu volta? Volta ne? İşte öyle bir isim. sağa sola yüzmek mesela. Ama böyle aylak aylak
volta atarken benim düşünmeye çok vaktim oluyor aslında. Neye çok vaktim
oluyor? Neye ne? Ne, ne? Hatırlasana!... Düşünmeye mi? Vaktimiz çok olunca düşünürüz... Bilmem,
işte düşünürüz En azından ben düşünürüm, diğerlerini bilemem. Yerdeki kumları
orta yerdeki mercan dağını, ortası delik kayayı düşünürüm. Onlar da olmazsa ne
düşünecektim? Düşününce iyi oluyor, bazı sonuçlara varmasan bile zamanın nasıl
geçtiğini anlamıyorsun. Hooop yemek zamanı gelmiş oluyor.
Neydi? Haa şey... Benekli İki gittikten sonra
dünyamızda onu arar oldu gözlerim. Yoktu. Onu bir daha görmedim. Gitti ama
gelmedi bir daha. Düşünürken bir şeyin farkına vardım ki, bizim içinde
olduğumuz dünya aslında dışarıdaki dünyanın içinde ve tek başına. Ben bu
halimle yüzerek bir başından bir başına gidip geliyorum ama her taraftan dışarı
baktığımda dışardaki dünyayı her tarafta
görüyorum, yani bizim dünyamızın dışında ve bizi kuşatan daha büyük bir dünya var.
Ben öyle karar verdim. Bu beni rahatsız etti bir süre. Dünyamın dışında, bu dünyadan çok daha kocaman bir şey! Oraya da bir isim bulmalıyım, Neden mi? Ne neden?
Ona bir isim
düşündüm tabii. Bir hatırlayayım bakayım ne bulmuştum. ...Evet... Muyravka
demiştim. "Muy" benim, "rav" dış, "ka" dünya demek benim için. Yani “Dışımdaki dünya”
diye bir isim verdim. Biraz zorlandım ama çok düşünmüştüm. Evet, evet.
Düşündüm, düşündüm, düşündüm... Neyi
düşünmüştüm? Neydi, neydi? Unuttum... Baloncuklar baloncuklar... Ağzımdan mı,
burnumdan mı çıktı şimdi bunlar? Düşünürken dedim ki; ben o dış dünyada olsam
burayı görüp, “Benim dünyamın içinde daha küçük bir dünya var der, Ona da bir
isim verirdim” dedim kendi kendime... Nasıl denir, bu benim şimdi bulunduğum dünyamın
tersi olmalı derdim. Muyravka’nın tersi ne olur?
“Ne, ne olur? Nasıl? Neydi bulduğum isim?”
Şeyyy... Akvaryum olur diye düşünmüştüm. Yani o zaman
buldum bu ismi. Muyravka’nın tersi Akvaryum...
“Ben bir akvaryum içinde yaşıyorum. Yani Muyravka’nın
içindeki Akvaryum içinde yaşıyorum. İş
yok, güç yok. Yem yukarıdan. İnerse yiyorum, inmezsse yemiyorum, Aç karnına ya da tok karnına dolaşıyorum ha dolaşıyorum. Volta atıyorum... Işığı karartırlarsa uyuyorum. Işıklar yanınca yüzmeye
başlıyorum, rengarenk tül gibi yüzgeçlerimi savura savura dolaşıyor salına salına yüzüyorum. Bütün diğerleri
gibi. Hepsi bu. Neden mi? Bilmem. İyi mi? İyi de ne demek? Arada bir kepçe geliyor
bazılarını alıp götürüyor. Eee olacak o kadar, sıra bana gelene kadar rahatım.
İşte böyle...Ama düşünmek ya da düşünmemek rahatsızlık demek benim için. Muyravka’ya giden neden gelmiyor diye düşünmeye başladım çok sonraları volta
atarken. Muyravka ne? Dışımdaki dünya! Neden gelmezler? Orayı ben de görmeliyim dedim. Nasıl bir yer? Benekli orda ne yapıyor acaba dedim?
Ya diğerleri... ben de gitmeliyim oraya ama nasıl?
“Bu Akvaryum’un
sonundan geçilmiyor Muyravka’ya. Sonuna doğru yüzerseniz “tak” diye görünmez
bir kayaya tosluyorsunuz. Yani buradan geçmek imkansız... İlk gelecek kepçeyle
ben de Muyravka’ya gitmeye karar verdim. Bu aramızda kalsın. Ne zaman diye
sormayın. bir çok voltadan sonra diyebilirim. Çok, çok volta attıktan sonra
aklıma geldi bu fikir”
Adam kızı için bir akvaryum alma kararını, kızının
pekiyilerle dolu Karnesini ve Takdir belgesimi gördüğünde vermişti. Bu
hediyenin onun için çok faydalı olacağını düşündü bir süre, onun çevreye karşı
duyarlığını ortaya çıkarması, diğer canlılarla dostluk kurabilmesi, kendisinde
sorumluluk duygusunu uyandırması, kısaca
ruhsal gelişimi için çok iyi bir enstrüman olacağını düşünmüştü. Kendisinden gardrobuyla
birlikte tam bir Barbie bebek takımı bekleyen kızı için bu hediye bir hayal
kırıklığı olmuştu olmasına ama babası onu ikna etmişti bir akvaryum sahibi
olmanın arkadaşları arasında ne denli bir sükse yaratacağına. Aslında bu
akvaryum onun çocukluk ve gençlik zamanlarında isteyip te bir türlü
gerçekleştiremediği içinde kalmış hayaliydi babanın. Şimdi bu vesile ile onu
gerçekleştirmeyi çok istiyordu.

“Hayır o değil” diye bağırdı kız. “Şu beyaz olanı! Aşağıdaki!”
Adam başını salladı:
“Biliyorum” dedi satıcı. Kepçeyi suyun içinde ters çevirdi,
geri çekti ve o balık dışarıda kaldı ama o yine de kepçeyi takip etti. Kız
dikkatle turuncu balığın hareketlerini
takip ediyordu, adam tekrar harekete geçti, o turuncu balık kepçenin peşindeydi.
Satıcı usta bir kaç manevrayla beyaza yaklaştığında, beyaz balık yüzgeçlerini
savuraraktan kaçarken adam kepçeyi ters çevirdi, önü kesilen beyaz balık bir
anda kepçede kalırken, kepçeyi takip eden turuncu balık kendini bir anda
kepçenin içine attı adam kepçeyi yukarı çekerken iki balık da kepçenin
içindeydi artık. Bu olayı seyreden bir kaç müşteri kızla birlikte kahkahalar
içinde kaldılar. Adam o turuncuyu kepçe dışında bırakmak için bir kaç hamle
yaparken beyaz balık kepçe dışında kalmıştı. Adam sinirlendi. Bir kaç sert
hamle yaptı olmadı, turuncu balık kepçenin içinden dışarı çıkmıyordu. Adamın
yaptığı hamleleri boşa çıkarıyordu hayvan. Akvaryumdaki diğer balıklar etrafa
çekilmişler şaşkınlık ve korkuyla olayı izliyorlardı.
“Bana şu diğer büyük kepçeyi ver!” diye yardımcısına
seslendi. Çocuk diğer kepçeyi yetiştirdi. Bir kaç hamle de onunla yaptı ama
balığı ilk kepçeden dışarıda çıkarmayı başaramadı. “Anlaşıldı bunu leğene
ayıralım.”
“Naylon torbayı hazırladın mı?” diye çocuğa seslendi
ve adam sudan turuncu balığı çıkarıp içi su dolu naylon torbabın içindeki suya
nazikçe ters çevirdi ve yukarı doğru çekti kepçeyi. Turncu balık şaşkınlık
içinde bu torbada kaldı. Çocuk torbayı plastik bir leğene boşalttı. Ve yeniden
suyla doldurup adama hazır olduğunu söyledi. Satıcı adam akvaryumdaki beyaz
balığı da biraz sonra yakalayıp, torbanın içindeki suya bıraktı, bıraktı demek
pek doğru değil, aslında balık kendini tülden kepçenin dışına attı. Torbanın ağzını sıkı bir şekilde büzdüler.
Leğendeki balığı akvaryuma geri bırakacakları zaman, kızın babası “Onu da
alalım” diye müdahale etti. Dükkândaki herkes ile beraber satıcı da gülüyordu
balığın gösterdiği bu tuhaf hallere.
“Az daha boğuluyordum” diye düşündü torbadaki bu
turuncu balık.”Muyravka’ya çıkmak ne kadar ürpertici ve acı dolu.. Ne kadar
ızdıraplı!”
Naylon torbada bir litre su, az miktarda oksijen ile
iki küçük melek balığı yarı baygın, ileri geri devamlı bir çalkantı içersinde
küçük kızın ellerindeydi. Şeker kavanozu ve diğer malzeme paketleri de babanın kucağında birlikte otobüs durağına doğru
gidiyorlardı. Her çalkantıda tepedeki parlak güneş balıkların gözlerinde yakıcı
ve kör edici bir etki yaratıyordu. Dışarıda ışıklı hareketli gölgeler...Beyaz
balık yarım olan aklını da kaybetmiş, titreyip dururken, Turuncu balık korkmasına
rağmen halinden memnun olduğu kararındaydı. Gözlerini zorlayarak Muyravka’nın
bu garip illüzyonunu görmeye, anlamaya çalışıyordu saydam torbanın içinden... “Her şeyi ama her
şeyi görmeliyim” diyordu. Her zamanki gibi düşüncelerinin ucunu kaybedince aniden panikledi. “Ne
diyordum ben ya? Aman ha neydi? Neydi? Ne neydi? Haa.. Evet, bir çalkantı içindeyim... Muyravka, sen ne zorlu,
ne acılı, ne kadar da gürültülüymüşsün.”
Kızın adımlarıyla çalkalanan suda başları dönüyori
içleri bulanıyordu, küçük balıkların. hızlı hızlı torbanın bir orasına, bir burasına nazikçe çarpıyorlarken. Küçük
kız elinde sıkı sıkıya tuttuğu naylon torbadaki iki küçük balığın hiç bir
hareketini kaçırmadan seyretmeye çalışırken bir taraftan da babasını takip
etmeyi başarıyordu. Durağa gelince baba durakladı. Durak kalabalık otobüsler dolu görünüyordu Babanın kafasına bir sıkıntının içine girdikleri dank etti. Kızına artık çok dikkatli
olması gerektiğini, otobüslerin kalabalık olacağından arada sıkışabileceğinden elindeki paketi daha
da dikkatle korumasını tembihledi. İlk otobüs beklediklerinden de kalabalık
geldi, diğerini beklemeye karar verdiler. Bu arada durak da kalabalıklaşırken
gelen otobüsler de dolu geliyordu. Son
gelen otobüse binmeye karar verdi babası. Küçük kız bir eliyle torbayı tutarken
diğer eliyle basamaklardaki korkuluğu
yakalayıp, babasının da yardımıyla,
önündekilerin giysilerinin ağır, nahoş kokuları ardından ilk basamağa adımını başarıyla attı. Kendini dengeledi.. ikinci ayağını yerden kesip basamağa koyduğu anda yerde
bekleyen yolculardan bağrışlar yükseldi.
Şoför ileri doğru kayan otobüsü durdurmsk için ani ve sıkı bir fren
yaptı. Küçük kız öndeki yolcuların arkaya yatmaları ve üstüne doğru abanmalarıyla beraber bir anda
dengesini kaybederek aşağıdaki babasının kucağına yuvarlandı. O anda poşeti tutan eliyle
yanındaki korkuluğa sarılmak istedi, elini uzattı ama elindeki torba parmaklarının arasından kurtulup otobüsün basamağına “pat” diye düştü. Kız
bir anda çığlık attı ama o kalabalıkta babası dışında kimse farketmedi. Yakalamak üzere hamle yapmıştı ama boşa
gitti. Kız bağırarak kendini bulunduğu
basamaktan yere attı. Elini uzatıp dikilen ayakların arasına düşmüş naylon torbayı kaptı. Babası o sırada
hareket halinde
bekleşen yolcuları engellemeye çalışıyordu ki otobüs bağrışlar arasında
ağır, ağır hareket etti. Adam kızını kolundan tuttuğu gibi son bir gayretle dışarı
çekti, kendisi de peşinden otobüsün kapısının önünden
çekildi. Otobüs yavaş yavaş ıslıklar arasında ilerlemeye devam ederken baba ve
küçük kızı elinden suları akan, patlamış
naylon torbayla kendilerini durağa attılar.
Çocuk büyülenmişcesine, içinde neredeyse su kalmayan naylon torbada sıçrayan,
kıvranan küçük balıklara bakıyordu. Babası etrafına bakınarak bir şişe su bulup getirmek üzere yakınlarda bir büfe aramaya koştu.
Beyaz balık, naylon torbanın içine yapışmış olan
parlak yüzgeçlerini şiddetle
titretirken, turuncu balık torbanın delinip suyun akıp gitmesinin şaşkınlığı içinde havalara kadar sıçramak,
bu durumdan bir an önce kurtulup Akvaryumun ılık sularına dönme arzusuyla
kendini torbanın içinde sağa sola çarpıyordu. “Muyvarka’ya gitmek bu kadar zor
mu olmalı?... Neydi? ...Haa, Akvaryum’du... Oraya dönmeliyim” diye düşünüyordu.
Küçük balıkların bu can havliyle yaptıkları sıçramalardan küçük kızın elindeki
torba ileri geri dans ederken, torbanın altındaki yırtık bu sarsıntılara dayanamayıp biraz daha büyünce iki balıkçık da bir biri
ardına yere düştüler. Şimdi her ikisi de yerde çırpınıyor, toza toprağa
bulanıyorlardı. Beyaz olanı kendini kaldırım taşından aşağı yola yuvarladı. Kız
yolda ezilmesinden korkarak bir çığlık daha atmıştı ki duraktakilerden bir genç
onlara uzanıp yerden teker teker avucuna aldı. Balıklar ilk defa suyun dışında
bir ortamda sudan başka bir şeyi, bir insan elinin ılıklığını duydular minik
bedenlerinde. Havadaki bol oksijen onları boğulma sınırına getirmiş, derileri
kurak havadan gerilmeye başlamıştı artık. Küçük balıklar gözleri yuvalarından
dışarı doğru pörtlemiş vaziyette solungaç ve ağızlarını şiddetle açıp
kapatırlarken, akvaryumdaki hemcinsleri dışında bir canlının kendilerine doğru
eğilmiş başını ve merakla bakan gözlerini gördüler, o heyecan ve korku içinde. O
sırada kızcağız artık yüksek sesle içini çeke çeke ağlamaya başlamıştı.
Duraktakiler yapmacık bir şekilde çıkıştılar.
“Böyle küçük bir balık için gözyaşları dökmeye değer
mi? Daha büyük ve daha renklilerini alırsınız. Değmez bunlar için ağlamaya.”
O
sırada gencin beklediği otobüs durağa
yanaştı. Delikanlı kızın avuçlarına can çekişen balıkları nazikçe bıraktı.
Müthiş bir heyecan ve ürperti sardı çocuğun bedenini, O ilk defa bir balığı
avucuna alıyordu. Balıkçıkların artık zayıflayan titreşimlerini, nefes alışlarını,
kulakçıklarının ve ağızlarının ümitsizce açıp kapayışlarını görüyor ve
hissediyordu. Üstlerindeki kum taneciklerini temizlemek için avuçlarındaki
balıkları ağzına doğru yanaştırdı ve bir kaç defa üfledi. İşte o zaman, küçük
kızın gözleri turuncu balığın şaşkınlık dolu
göz bebeklerine takıldı. Bu gözlerin sahibi, biraz önce akvaryumda
seyredenleri kahkahalara boğan o tuhaf hareketleri yaparak kendini zorla aldıran
turuncu balıktı. Küçük kız daha fazla bakmaya dayanamadı. Balık da ilk ve belki de
son kez Muyravka’da bir canlının kocaman kahverengi gözlerini ve yaşlarla
ıslanmış siyah kirpikleri merak ve heyecanla seyretti, bir süre...
Sadık Mercangöz Ankara Bağlıca, 14 Ocak 2019 02:47
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder