Bir Kazı Anısı

BİR ANI YAZISI


Bir geceliğine misafir oldum ki sanat düşkünü gönüllü kazıcıların yaşadıkları yirmi dört saati yaşamak, fırça ile yer kazmanın ne olabileceğini görmek  istemiştim.






 SABAH ANAIA’DA[1] UYANMAK
        Aylardan  Temmuz olduğuna eminim de gerisinin ne olduğunu hatırlamıyorum tam olarak. Sabahın bu erken saatinde kazı  evinin terasında staj yapan öğrenciler için düzenlenen somyaların arasından ses yapmamaya gayret ederek adeta süzüldüm. Şıpıdık, şıpıdık ince ve zayıf bir terlik sesi de benimle beraber aşağıya iniyorum.
        Ter ve nemden sırılsıklam olmuş tişörtümü değiştiremedim, yedek yok çünkü. Islak, ıslak değiyor bedenime. Güneşin ilk ışıkları yatanların yüzlerini yalamaya az kalmışken, beyzadeler son horultularındalar.... Biz erkekler az, çok üstünüze afiyet, uykumuzda homurdanırız, horlarız, konuşuruz vs, vs. Yatakhane ya da her neyse ama kesinlikle koğuş değil burası, üstü açık olduğundan yıldızların altında uyumanın da ne kadar keyifli olduğunu unutmuşum. O meşhur koğuş kokusu da yok tabii. Yıllar önce fakültedeyken bir arkadaşımla beraber yaz tatilinde paramız bitmek üzereyken, bir pansiyonun terasında yıldızların altında uyumak kısmet olmuştu. Üstümüze çiğ yağmış bütün gece, adeta ıslak kalkmıştık diye hatırlıyorum.
Merdivenleri dikkatle indim sabahın alaca karanlığında. Halâ benden başka kimse yok ortada, derken, arkamda bir garip ses, döndüm ki, yanılmışım uyanık biri daha varmış, Duman[2].  Kazı evinin köpeği, Zeynep hocanın yardımcısı, çelimsiz kurt kırması ama gelişmiş bir Rin Tin Tin.. Bugünlerde havalardan şikâyetçi zavallı. Üstündeki postuna takmış kafasını. Karşılıklı bakıştık, “Duman” diye alçak sesle seslendim. Kulaklar ve tek omuz düşük, gözler yerde, yaklaştı bana.
“Tanıdım seni, günaydın” dedi. Yanıma sokulup başını eğdi, okşadım biraz, kendini koy verdi ama görevli olduğunu hatırladı sırt üstü yatmadı. "Bu müsvedde herkese böyle yapar” diye içimden geçirdim.. Gerçi O da haklı,  baktım bana anlatıyor: “Her sene yeni çehreler, yeni kokular gelir buraya, mahalle köpeklerinden ayrı.  On senedir gelir giderim kazıya Zeynep Hocayla beraber. Önceleri kokuları ve çehreleri sıralıyordum kendimce, ama bir kaç sene sonra kişiler arttı, ipin ucu kaçtı. Kedileri de sayarsan bunun sonu yok kardeşim ” O sırada Mutfak penceresinde siyah beyaz bir kedi uyur gibi yaparken Duman’ı da kolluyor diye tahmin ettim. Birkaç kedi daha peyda oldular sessizlikler içinden usul, usul her biri bir yere yumuldular. Bir gözleri bende hani yemek zamanı ya, belki bir şeyler ikram eder miyim dercesine, bir taraftan da Duman’ı kolluyorlar.                                                                                                                                                                Hava serin desem değil, ılık gibi. Elimi, yüzümü yıkadım lavaboda. Suyun serinliği sersemliğimi tokatladı, ayıldım. Sessizlik sürüyor, ortalıkta sadece kazının en kıymetli aleti, sallana sallana çalışan buzdolabının sesi yankılanıyor o kadar.  O sırada bir horozun dünyaya meydan okuyan sesi geldi yan bahçeden, böylece takım tamamlandı. Kediler çoğunluktalar bu sabaha merhaba faslında.
Yüzümde su damlacıklarıyla gezinmeye başladım, avludan bahçeye çıkıp, yemek masaları ve sandalyelerin yanına doğru seğirttim, elimde keten ayakkabılarımla. Geldim, dün akşam oturduğum sandalyeye çökercesine oturdum.  Ortalık aydınlanıyordu. Sağımda bir bahçe solumda bir tarla ve önümde Anaiya kalesi ki bir zaman sonra da Kadı kalesi diye anılmış, ardında evler ve deniz. “Kesinlikle enfes bir dinlenme mekânı, çalışmak için uygun değil otur oku, otur yaz ama kesinlikle toz toprakla uğraşma. Ruhunu dinlendir.” diye geçti aklımdan.
Dün akşam sanat tarihçilerinin, Zeynep hocayla beraber bir süre seminer gibi sohbetlerine tanık oldum. Saatler ilerledikçe sesler yükseldi, sesine güvenen bir stajyer kızımız masadakilerin de katılmalarıyla, şarkılar söylemeğe başlarken, sesler benim kulaklarda uğultu haline gelince “tam zamanı” deyip yukarı, bizim koğuşa çıktıydım.

Sabahın karanlığı ağarmaya devam ediyordu, kımıl kımıl masaların sandalyelerin etraftaki eşyaların gölgeleri de uyanmaya başladı, oradan buradan çıkmaya başladılar. Dutlar sakin, asmalar kol atmış masanın üstündeki tellere, onlar da sakin, yaprakları sakin, üzümleri de sakin diyecektim de, üzümler daha korukken sayın stajyerler tarafından elden geçirilmiş olmalı, görünürde bir şey yok kısacası. Üstümde akşamdan yattığım tişört ve şort var, ayağıma da Çin malı ketenlerimi çektim, amacım, ortalık  daha fazla aydınlanmadan sahili ve kaleyi ağır ağır değişen ışıkta seyretmek. “Haydiii.” 
Sabah yeli birden kendini hissettirdi hafiften. Ürperdim. Bahçedeki masaların üstü plastik leğenlerle dekore vaziyette. İçleri küçüklü büyüklü seramik parçaları ve  su dolu, beraberce dinleniyorlar, yakında bir güzel yıkanıp fırçalanacaklar, üstlerindeki yüzyılların çamur ve kirlerinden ayrılacaklar, belki de yemek artıklarından da.
Akşamki konuşmalardan aklımda kalanlar geldi aklıma;. Kalenin içinde seramik ve cam fırınları varmış bir kaç tane. Bulunanlardan çoğu burada yapılmış onlardan defolu çıkanların parçaları; bazıları ise tüccarlar tarafından Akdeniz’in taa doğusundan, Suriye ve Mısır’dan getirilmiş, belki de kullanılmış tabakların parçalarıymış.   Kaledeki kiliseye 11., 12 YY yıllarda bir sarnıç eklenmiş. İşte, kilisenin sarnıcından çıkarmışlar bu seramik parçalarını. Neden O sarnıç? Sarnıç bu kırıkları atılırken kullanılmıyor muydu acaba? Başka zaman olsa dudak büküp geçebilirim ama Zeynep hocanın anlattıktan sonra insan başka gözle yaklaşıyor bu parçalara. Bu parçalar yan yana getiriliyor, adeta bulmaca çözer gibi, ortaya efsun dolu tabaklar, kandiller, kâseler çıkıyor. Yıllar önce burada yaşayanların elleri arasından demin düşmüş de parçalanmışçasına canlanıyorlar. Resimlerini görmüştüm toparlanmış tabakların, hayranlıkla seyretmiştim. İnsanın sekiz yüz, bin yıl önceki zevkini gerçekten zevkle seyretmiştim. ergonomisi de o derece bugüne yakın, çapı, derinliği, kenar genişliği daha dün düşünülmüşçesine bize yakın...
Elimi leğendeki suya değdirdim, dalgalandı leğenin kenarına doğru halkalandı. İçlerinden birini seçtim, çıkardım. Bu aydınlıkta görebildiğim oksit sarısı bir kase parçasına benzettim. Bakır rengine de çalıyor gibi. Yoo, oksit sarısı olmalı. Bu kasenin neresi olabilir acaba? Bizim öğrenciler nasıl kestiriyor bunların yerini?
“Siz bu işten anlar mısınız?” Bakındım, sadece Duman yanımda.
“Ben mimarım, ama heveslendiğim zamanlar oldu, Zeynep hocanın anlattıklarından sonra.”  dedim.
 “Bak bu parçalar 13. yüzyılda “Bizans keferesinin” kalede ürettiği çanaklardan. İtalyan kefereleri de, o yıllarda kimsenin dolanmaya cesaret edemediği Akdeniz’de, onları deniz aşırı satmışlar.  Bunları götürmüşler, İslam ülkelerinden başka çanak-çömlek getirmişler.”  Şaşırdım onun bu kadar rahat akıl yürütmesine, bu müsvedde nerden öğrendi bunları?
“Var mısın iddiaya? Benim okumam yazmam yok ama buradaki her şeyi kafama yazarım ince, ince... Konuşulanları dinlerim, koklarım vs. onları kafamda arşivlerim.” 
“Hadi len sen de. Sen daha kendi yolunu doğru dürüst bulamazmışsın. İkide bir kaybolur eve dönemezmişsin de hoca arabaya atar, getirirmiş seni.” Darılır gibi  uzaklaştı yanımdan. Etraf uçuk pembeyle aydınlandı artık, hafiften. Bahçe  kapısından asfalt kaplı yola çıktım,  Karşımda kalenin burçları yükselmiş duruyordu. Asık suratlı bir durumda. Hiçte davetkâr değil.
“Gece de yüksek mi böyle yoksa sabah oldu diye mi ayaklandı bunlar?”
Birden kulağıma kararlı bir ses geldi, tane tane anlatıyor bizim Duman. “Ben bu kazının sadık bekçisi ve koruyucu ruhuyum. Dikkatle takip ederim yapılanları, yanlışlıkları fark eder, gece müdahale ederim, gelirler ki sabahleyin yanlış yapılanların bozulduğunu görürler, yanında da benim sidiğim. Koklamadıklarından, tabii ben olduğumu anlamazlar. Ve onu düzeltecekleri zaman tekrar, tekrar  düşünürler. Doğruyu bulurlar. İşte böylece bir yardımım olur yerleşkenin kaderine. Her yerleşkenin yazılı bir kaderi vardır ve sizler bilmeden onu seyrine yardımcı olursunuz. Zeynep hoca, höyük araştırması için, sondaj kazıları yaptığı zaman Hitit Fırtına tanrısına ulaşmıştı, 2003 yılında. Onu bir Frig'li tüccar yanında getirmişti de, kale dışında gecelerken o gün onun boynundaki keselerine göz koyan bir hırsız tarafından öldürülmüştü. Gırtlağı kesilerek. Heybedeki koruyucu tanrısı bir şey yapamamış, o ve terazisi o zaman toprağa karışmış olmalı.” yutkundu, devam etti: “Sonra diğer insanlar, sonra diğerleri geldi geçti, birkaç deprem geçirdi bu kale, sonra toza toprağa gömüldü, içinde yaşayanlar o yaz gelen vebadan dolayı bırakıp gittiler buradan. Ama etrafta yaşam devam etti bir süre, balıkçıydılar, avları iyi giderse fazla balıklarını Efes pazarlarına götürüp sattılar, ama zamanla bu insancıklar da başka yerlere taşındılar. Ne insan ne hayvan, hiçbir canlı yaşamaz oldu çevrede. Sadece denizden esen yeller, fırtınalar ziyaret etti buraları. Bir gün Zeynep hocam yanında başka birileriyle buraya geldi. Epey uzun da kaldılar. Ben de onları uzaktan izledim bütün gün. Hoca kararını verdi, buranın örtüsünü kaldıracak ve yüzyıllardır duran  gölgeleri gün yüzüne çıkaracaktı. Burası Onun kaderiydi ama aynı zamanda bu yerleşkenin kaderi de O idi.” sustu bizim Duman.
“Siz insancıklar farkında olmazsınız ama her kazının bir koruyucu ruhu vardır. Ve de her yerleşkenin çok önceden yazılmış bir kaderi. Kimsenin değiştiremeyeceği, izi kaybolmaz mürekkeple yazılı bir kaderi. Kimi Vebayla, kimi selle, kimi deremle, kimi de başka kabileler veya devletlerin istilasıyla yakılıp yıkılır ve ortadan silinirler. Metrelerce derine gömülürler. Yüzlerce yıl geçer, biri gelir Oranın örtüsünü yavaş yavaş kaldırır, yaşayan gölgeleri bir, bir serbest bırakmaya başlar. Gün gelecek buralar yeni yapılaşmanın altında kalacak, taa ki kaderde yazılı başka biri çıkıp gelene kadar. İşte böyledir bu devri daim. “ durmadan anlatıyordu.
“Koruyucu ruh olarak seçilmem buranın başlangıcında bir tesadüf  idi. Benim için bir onurdu bu. Şimdi ben, her yeni jenerasyonla tekrar, tekrar dünyaya gelirim. Sayısını unuttum ama Hocam bu yerleşkeyi adam edince benim için yeni bir devir başlayacak ve sanırım bu gidip gelmelerim kıyamete kadar devam edecek, anlatabildin mi? Buraları bana emanet, burası benim de kaderim arkadaş, kimsenin bunu bozmasına müsaade etmem.”
“Hadiii bu ne şimdi? Benim öyle bir niyetim mi var acaba?” diye düşündüm. “Bu fırça niye?” Duman karşıma dikilmiş söyleniyor, o her zaman ki hımbıl halinden eser yok. "İyi de buradaki yapılar yerle yeksan oluncaya kadar, sen neredeydin?" demek geldi içimden ama sustum. Keskin dişlerini gösteriyordu. Ürktüm.. O ve ben bir süre bakıştık, hareket etme cesaretim yoktu doğrusu. Sonra kenara çekildi adeta lütfetti, müsaade etti geçmeme. Tereddütle hareket ettim. Tahta rampada yavaş yavaş yürümeye başladım, sessizliği bozmadan, yüzyıllardır uyuyanları uyandırmadan yürümeye çalışıyorum. Aklımda Dumanın sözleri halâ yankılanırken, nerden geliyorsa geliyor burnuma meyve ağaçlarının naif kokuları çalıyor arada sırada. ”Bu kokular da bu kalenin ayrılmazı olmuşlar artık acaba bunun da bir manası olabilir mi?” diye düşünüyorum.  Duvardaki geçitten içeriye girdim, geçerken duvarın içini gördüm, kesme ve kaba yonu taşlardan yapılmış, güven vermeyen bir yapıda, ama yüz yılları yenerek bugüne gelmiş. Duvarın ayakta durmasına sebep kendi kalınlığı gibi geldi bir an. Kalenin taşları bön bön seyrediyor beni. Ne ses ne de bir selam. Durakladım, sol tarafımda koca bir kilisenin kalıntıları  uzanıyor. Apsisten nartekse upuzun. Neredeyse bu duvarlardan öbür başta ki burçlara kadar uzanıyor.   Güneşin ilk ışıkları duvarların üstlerini yalamaya başladı artık. Biraz daha, biraz daha.. gölgeler uzun uzun ortaya çıkmaya devam ediyordu. Kilisenin depremle yıkılmasından sonra çömlekçisi, camcısı onun üzerine yerleşmiş nedense. Atölyelerden ötede dört duvar bir mescit…Sanırım bu mescit 1910’lı yıllarda İtalyanlar Osmanlı’nın elindeki Samos’a çıkartma yapınca, onun tam karşısındaki bu kaleye asker yerleştirilmiş. Denize paralel siperler yapmış Osmanlı.
”Ulen buraya mevzilenen topların menzilleri ne kadar olmalı ki siz Samos’dan çıkan İtalyanları güzel bir şekilde karşılayasınız?” Mescit işte o günlerin yadigarı olmalı demişlerdi.
Atölye diriliyor, geliyor gölgeler, sonra yavaş yavaş yattıkları yerlerden çıkıyorlar, yaşanmışlıklar, eziyetler, terlemiş alınlar, kabalaşmış çamur yoğuran eller ve zevkler, ıstıraplar. Duman, dumanlaştı adeta, önüm sıra giderken kayboldu gitti. “Bu herif her sabah bunları görüyor mu, sormak isterdim, ama it ortada yok. Kazının efendisi haa?.”
Gözlerimin önünde uyanan bir gölge atölyeye doğru daracık sokakta koşar gibi gitti. İşinin başına gidiyor belki bugüne teslimatı olabilir. “Ne diyorum ben be?” Acele ediyor. Gözüme fırınların olduğunu tahmin ettiğim yerde alevlerin parıltısı çarpar gibi oldu. “Yahu ne oluyor böyle? Uyanıyorlar mı, yoksa geceden kalma mı bunlar?” Gölgeler acelelerine devam ediyorlar.. Kulağıma duvar arkasında bir takım konuşmalar çalınıyor. Kadınla erkek ürkek ürkek konuşuyorlar gibi. Fiskosları duvarların kalıntılarına sızmış da, tam bu vakitler kendiliğinden havaya salınıyor olmalı. “Bu konuşmaların bulunmuş olan başsız iskeletle ilgisi var mı acaba?  Duman efendi, neredesin ulen?“
Üst baştaki kapıdan önce kilisenin  avlusuna girdim, sanki kapısı varmışçasına ağır kanadını iterek açtım da girdim. Yerde mermerleri aşınmamış ilk hallerine yakın, renkleri uyumlu, bir döşeme. Zaten ortaya çıkan kalıntılarda duvarların pencere sövelerin lentolarından sonrası hiç yapılmamış, bitmemiş gibi bir görüntü var. Üst duvarlar nasıldı, çatı saçak ve çörtenleri, üst örtüsüne ait izler yok. Kiremitleri nerede? On yıldır dünyanın molozunu attılar onların içinde bu kiremitler var mıydı? “Gerçekte yaşanmış mı bu kilisede” diye düşündüm, bir an.  Bayağı özenilerek yapılmış bir yapı. İblislerin giremediği, meleklerin de çoğu zaman pencerelerden baktığı zamanlarda bağışlarla ayağa kalkmış bir tanrı evi. Cemaat ne kadar cömert olursa o kadar süslü bir tanrı evi olur, çabuk ta yapılır. Bu yapıda bir gariplik var, ölçek olarak bu kaleye göre büyük... Öyle ki, Kilise bu kale için değil, bu kale bu kilise için yapılmış gibi, “Nispetsiz” eski tabirle. Hatta apsis duvarı kale bedenine taşmış, adeta beraberce yapılmış gibi. “Hey eskinin sivri akıllıları, bizleri şaşırtmak için mi yaparsınız bu tür işleri yoksa sizin de mi kafalarınız karışıktı? Haktan batılı ayırmayı denememişsiniz bile.” dedi içimdeki ses. hani Kripta yani mezar odası ya da her neyse var ya kalenin bedenin içinde nerdeyse. İlk yatanlar bu kale bedenlerine ve de kilise inşaatına ömürlerini vermiş olanlar mı acaba? Yoksa bu yöreyi ziyarete gelmiş bir pir-i fani miydi? Yunus misali yüz yıllar sonra. Bilirsiniz her yerde bir makamı veya mezarı vardır bu mübareğin. “O ilkler şimdi nerde? Hocam orda bir lahit veya sanduka bulamadı...Bu yapı yıkılmadan önce burada mı idiler? Soyulmuş olabilir mi? Nereye gittiler” Aklıma Demre de  Aziz Nikolas’ın kemikleri geldi, kırılan lahdinden ona ait olduğu varsayılan kemikler çalınıp Bari’ye götürülmüştü? Öyle miydi? Ama lahit Demre de kilisede duruyor. Ona şahidim.
Pencere aksları bazen hassas uyum içinde olmasa da yine de özenle yapılmış bir yapı bizim bu kilise. Geçen sene mi evvelki sene miydi kazılarda ortadaki bemanın mermerden yapılmış parçalarını buldular, hatta restitüsyon çizimini de yapmışlardı, belki bu seneden sonra onu da içeriye dikerler, fena durmaz ama insanların vandallığından korumak lazım.
Avludayım bunları düşünürken. Yan taraftaki giriş kapısına doğru yürüdüm.. Önüm sıra birkaç gölgeyi aceleyle içeri girerken görür gibi oldum. Ben de peşlerinden fırladım ama kapının öbür tarafı güneşe dönük, içerde ne gölge var ne de bir hareket. Sırtımdan bir ürperti geçti. “Sabahın esintisi, serinliği devam ediyor demek.” dedim kendi kendime. Kilisenin doğu tarafından daracık bir sokağa çıkıyorken, onu gördüm, Dumanı. “Gel buraya kazıların efendisi.. Şimdi kazılmamış bir çukura düşecek, bir yerini kıracaksın. Gel. Zeynep hocam seni kollamaktan, doktora götürmekten bıkmış oğlum.” dedim.
Küçücük sokağa Duman’la beraber zor sığdık, “Buraya mal taşımak için at eşek nasıl sokmuşlar dersin Duman?”  
“Bana mı sordun? Ben bu işlerden ne anlarım. Mimar olan sensin.”
O sırada Mescidin kapısına ulaştık. Müslümanların eline geçip, Anadolu’da Bizans hakimiyeti kaybolduktan sonra adı da değişmiş, işlevi de bu kalenin. “Yemeniciler ve saraçlar mı yerleşmiş acaba? Mescidi de 19. yy dan sonra diye tahmin ediyorlar herhalde.“ diye ortaya mı söyledim havaya mı farkında değilim. “ Son derece sevimli bir plan, oldum olası kareyi severim zaten. İçimi bir sevinç kapladı. Ölçek tam bir insan ölçeği... sade ve samimi, Kiliseden çok farklı. Kilise belli bir bölgenin, mescit buranın malı olmuş olmalı.”
“Anaia dan Kadı kalesine dönüşmek için evvela bu yöreye bir kadı tayin edilmiş olmalı, bir de icra-i sanat edilecek, ticari meseleleri olan çokça bir nüfus diye düşünmüştüm, ama aslı bir başkaymış, bir tarihte Konya Kadısı Mehmet Beye verilmiş bu topraklar. Kale de içinde olarak…  Ondan ötürü Kadı’nın kalesi olmuş adı derler.” Gayri ihtiyari uzaktaki beyaz minare siluetlerine doğru baktım, bu bölgenin Osmanlı’ya intikalini düşündüm. Artık uzaklar, yakınlar her yer seçiliyordu. Bu Anaia’da bir sabahtı, rüyada  gibi harabelerin canlandığına ve tekrar sükûna kavuştuğuna şahit oldum. Derinden gelen sesleri duymayı, içimi dinlemeyi tecrübe ettim anladığınız.
Sabahın bu saatlerinde artık bir görünüp bir kaybolan gölgeler kalmadı.  O sırada esinti de kesilmiş.  Meyve ağaçlarının çiçeklerinin kokuları da kaybolmuş. Güneş hakimiyetini ilan etmeye başlamış yani. Baktım, askeri tabyaların olduğu Doğu burcuna gelmişim kendi kendime konuşurken. Tırmandım çıktım köşedeki burca. Kendimi son derece yenilenmiş hissediyordum, “uzun sıcak bir güne başlıyoruz” dedim kendi kendime.. Uzanabildiğim kadar yukarıya doğru uzandım, gerindim. Uzun uzun esnedim.  Kendimden geçercesine derin nefesler alıyordum artık. Hava o kadar saf, temiz ve serin ki onun serinliğini hem yüzümde hem de ciğerlerimde  hissetmeye başladım. Daha çok, daha fazla oksijen. Bronşlarımdaki en uzak köşede saklanmış eskimiş, bayat oksijeni dışarı atmak, yerine bu saf ve taze hissi doldurmak istiyordum şimdi.
Ne kadar geçti aradan farkında değilim ama uzaktan uzağa uyanan dünyanın uğuldayan sesleri bana ulaşır olmuştu artık. O alaca karanlığın büyüsünün ve yumuşak görüntülerinin yerine keskinleşen ve sert çizgilere karışan güneşin sıcaklığı ve parlaklığı kendini belli eder olmuştu. Önümde kesinlikle okyanus olduğunu düşündüğüm bir mavilik sessiz sedasız, kıpırtısız yatıyordu, ufka kadar. Ben de sanki Okyanus’a bakan Kral Ferdinand ve Kolomb gibi, ufka bakarak daha keşfedilmemiş Amerika’yı görmeye çalışıyorum.  
Sağa sola baktım hiç bitmeyecek gibi uzanan bir örnek yapıların askeri bir düzen içerisinde kaleye önden arkadan ve yandan saldırmaya hazırlanmış askerler misali dizilmişler, komut bekler gibi halleri vardı çevrenin. Kooperatif evleri dört bir yan. Zavallı Kale, ne yapacak ta  kendini savunabilecek bu insanların ihtirasından? 
Sahilde mayolarını giymiş peş peşe yürürken konuşan gölgeleri fark ettim omuzlarında havlular,  boyları karınca büyüklüğünde... Sesleri kuş ötüşü gibi kulağıma yankılanarak geliyordu, kelimeleri anlaşılmaz.  Bastıkları çakıllar da bana bir şeyler söylüyorlardı. “Biz yaşıyoruz, onlarsa ölü, bir daha gelemeyecekler buraya. Şimdi yaşayan biziz, bu bizim zamanımız, biz ne dersek o olur.”
Yanı başlarında, şimdi kazılarla biraz daha görünür olmuş kaleye sırtlarını dönerek, umursamaz bir şekilde gidiyordu ayaklar. Bulunduğum yerden, insanların hırslarından kaçarak, kendini denize bırakmış, antik iskele duvarlarını, dışarıdan  zor da olsa takip edebiliyorken,  devamında karada kalan yerlerin  son insanlar tarafından azar azar kemirilip yok edildiğini, izlerinin bile silindiğini, o rahatlıkla anlayabilirdiniz.
Dilleri olmayan, konuşamayan dertlerini anlatamayan, hak ve hukuklarını savunacak birileri olmayan bu yerlerin,  yeşilliklerin ve yeni yapıların derununa gömüldüğünü ve insanların insafına terkedildiğini de anlayabiliyordum. Bu kalenin yapılmasına sebep olan yerleşkeler neredeydiler? Kadı efendinin yaşadığı ev, nereye sinmişti buralarda? Başımı denizden kaleye çevirdiğimde şimdi kıymet bilen usta ellerde olan kalenin bu hali son derece sevimli geldi gözüme. Taa ilerlerde Selçuk kalesi koyu bir leke halinde bizim küçük kalemize hamilik iddiasında.
“Ancak daha açılacak toparlanacak epey bir alan ve serbest kalacak epey bir yaşayan gölge var bu kazılmamış alanlarda, hocam. Ve amacın sadece kazıyla ortaya bazı taşları ve kalıntıları çıkarıp küçük buluntuları müzelere verip, geriye kalanları ortada bırakmak olmamalı. Bu yeri insanların insafına değil, bir yolunu bulup onların sevgisine teslimin daha büyük kazanç olacağına inanıyorum hocam.”
“Burada benim yaşadığım deneyi bütün yazlıkçılar yaşamalı, buradaki papaz efendilerin, imam efendilerin, seramik ustalarının, camcıların, yemenici ve saraçların  gölgeleriyle tanışıp, birlikte buraya sahip olmalılar.” diyorum yanımdaki Duman’a. “Anladıysan, başını salla.” Kuyruğunu salladı garip.
Çalışanların uzaktan gelen sesleriyle kendime geldim, sırtımın sıcaktan yanmasından, burnuma dolan meyve çiçeklerinin kokusunun kaybolmasından saatin ilerlediğini ve güneşte kaldığımı anladım. Karnımın açlığı da aklıma geldi, bir demli çay ve peynirle gevrek gözümün önüne geldi. Ağzım sulandı.  Burçtan aşağı biraz sıkıntılı da olsa indim. Ustalar ve öğrenciler başlarında Zeynep Hoca ellerinde küçük el aletleri ve de olmazsa olmaz kısa saplı geniş ve dar fırçalar dün kaldıkları yere doğru giderlerken, aklımda çayla gevrek, onların yanına doğru yürüdüm. Duman işbaşı yapanları görünce sabırsızlandı. ”Bundan böyle siz de gezebilirsiniz” dedi, beni sattı, “kazının  efendisi”. “O yanımda olmasaydı bu deneyi yaşar mıydım, bilmiyorum” dedim Dumanı kast ederek, Zeynep hocayla konuşurken, “Her ören yerinin yaşayan bir ruhu olurmuş, onun koruyucusu olarak seçilen. Buradaki de Duman’mış hocam. O söyledi ben de inandım..”

Sadık  Mercangöz 24 Nisan 2016 Antalya






[1] ANAİA ya da sonraki ismi ile KADI KALESİ, Aydın ili Kuşadası ilçesinde bir antik yerleşme, 
Kadı kalesi kazıları, TC Kültür ve  Turizm Bakanlığının mali destekleri, Ege Üniversitesi ve Kuşadası Belediyesinin  maddi, manevi katkılılarıyla, Prof. Dr. Zeynep Mercangöz başkanlığındaki bir ekip tarafından 2001 yılından bu yana sürdürülmektedir.

[2] Zeynep hocanın sokaktan bularak, sahiplendiği zekası kıt, kurt kırması bir köpek.
  
 













2 yorum:

  1. Hocam çok severek okudum elinize yüreğinize sağlık.. Kadıkalesi/Anaia kazı ekibi adına teşekkür ederim ve o güzel ziyaretinizi tekrar beklediğimizi bilmenizi isterim..
    Ersin Serçek

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Ben de gelmeyi arzu ediyorum. Bakalım Duman'dan sonra Oranın koruyucusu kim olmuş, merak ediyorum. Teşekkür ederim.

      Sil