BİR MEKTUP
Genç adam elinde titreyen çizgili
defter sayfasına içi titreyerek bakıyordu. Biraz önce eski bir defterin ortasından
çekip çıkardığı kağıt parçasıydı bu. O beyazlığa dalınca gözleri, O küçükcük
defter sayfası büyüdükçe, büyüdü, görüşünü kapattı bir an sonra başka bir şey göremez oldu. O
kadar zaman okula da gitmişti ama hiç bir zaman, değil bir kağıt karşısında bir deftere bile
yenik düşmemişti. Şimdi o sayfacığın bir
dağ olup üstüne, üstüne yürüdüğünü, kement olup boğazına sarıldığını, yavaş
yavaş gırtlağını sıkmaya başladığını görüyordu. Karnında başlayan sancıları
giderek sıkıntıyla gelen kasılmaları
gerçekten hissediyordu genç adam. Gözlerini zorlukla elindeki sayfadan ayırıp, bu
sanrıdan kendini çekip çıkardı. Endişeyle çevresine bakındı. Gayet iyi tanıdığı
tek göz gecekondunun birkaç ay önce boyadığı kireç badanalı duvarları ona
yabancılaşmışlar endişeyle bakıyorlardı. Kendini başka bir yerde sandı bir an
için. Bitkindi.
Ne yapacağını bilmez bir halde bu
kağıdın neden elinde olduğunu düşündü bir süre, sonra diğer elindeki kurşun
kalemi de gördü. Elindeki ucu ekmek bıçağıyla yontulmuş bir kurşun kalem
parmaklarının arasında en az sol elindeki beyaz sayfa kadar titriyordu. Elinden
düştü düşecek. Sıkı sıkı tutmaya çalıştığı kaleme bir türlü hakim olamıyordu. Yıllardır
tanıdığı parmaklarına sözünü dinletemiyor gibiyidi. Halbuki kendini bildi
bileli çalışmaya alışkındı bu eller, bu parmaklar, bu avuç, neleri kavramıştı
bunca zaman. “N’oluyor?” diye içinden soruyordu kendi kendine. Korkudan elleri
titriyor, yüzü sararmış, kulaklarında bir vınlama bütün dünyasını kaplıyordu
odanın. Bir bitkinlik vardı garibin üzerinde, ne eline ne koluna hakim
olamıyordu.
“Ben korkak biri değilim, karar verdim,
yapacam. Mektup da yazacam. Şeyi de.” dedi. Oturduğu yerde aynı zamanda yatağı
olan bu eski sedirde, sabah uyandığından beri kimbilir kaçıncı kez
huzursuzlukla kıpırdandı. Kırılan camını gazete ve hamurla yapıştırdığı küçük pencereden giren loş aydınlığa baktı bir an için, görebildiği
tek yer karşı evin sıvasız biriketle örülü arka duvarı ve üzerindeki sarımsı lekeleriydi.
Onun da bir zamanlar yaptığı gibi mahallenin bütün çocukları da işemek için kullanırlardı
bu yeri. kendini bir an o duvarın önünde işerken görür gibi oldu. Yüzü duvara
dönük biriketin deliklerini sayarken o sırada çişinin duvardan sıçrayan
damlaları, sıcak sıcak bacaklarına yapışıyordu çocuğun. Şortunun açıkta
bıraktığı tozdan ağarmış çırpı bacaklarının üzerinde sıçrayan çiş tanecikleri
benekler halinde göründü gözlerine. Ama
o zamanlar oyun çok tatlıydı, mahalledeki hiç bir çocuk buna aldırmazdı. Tozun
toprağın içine koşar giderdi sonrasında. Kimbilir kaç yıl olmuştu oraya
işemeyeli. Şimdi burada suratına somurtarak bakıyordu duvar.
Bu duvarın önünde yorgun argın gelen babasının
nadiren getirdiği karpuzu, kavunu “Elinden kucaklar alır, eve önden önden
girerdim” diye aklından geçirdi. “O zamanlar bir başkaydı. He, herşey başkaydı.
O gelince odanın tavanındaki ampul yanar, anem sofra kurar, babam yine bulgur pilavına
kızar, söver, anem de ona söverdi alçak sesle, “Allaha şükredelim be adam
derdi” diye mırıldandı genç. Sonra kerpiç yapının yan duvarına yaslanmış “kümesteki
tavukları yemlerdim” diye hatırladı. Kapısı bahçeye bakan apteshaneyi tek göz odanın içindeki
mutfağın kenarında duvara asılı tel dolap ile içinde suyu olmayan yerdeki
yıkama yalağını ve fare girmesin diye
taşla tıkanan ayağını hatırladı. Oturduğu yerden başını sola çevirdi şimdi de yine
aynı yerde kabus gibi duruyorlardı.. Ama eskiden annesinin yaptığı bulguru
artık kendisinin yaptığı geldi aklına. Tel dolapta bulgur kesesi bir ekmek
artanı, yarım tas yoğurt ile bir şişe yarısı kullanılmış ayçiçek yağı. Yıkama
yalağı yanında hafifce kararmış tencereyle küçüklü büyüklü aluminyum tabaklar
ve kaşıklar, yanlarında içi su dolu kocaman üç pet şişe. “Sabahtan komşudan
doldurdum anne” dedi yüksek sesle. Odada kendi sesini duyunca irkildi. İsten
kararmış köşede bir piknik tüpü hüzünle yüzüne bakıyordu genç adama. “İçi
boşalmış” dedi, içi daralarak kafasını başka tarafa çevirdi.
“Onun kadar iyi yapmaya çalışırım ama
sonuçta duru suya tirit bulgur plavı. N’aparsan yap ulan” dedi kendine. “Ekmek
bulunca bayram ediyoruz, yanında yoğurt olursa, o zaman üç kere bayram agam,
bir de kuru soğan olursa Allahtan değme keyfimze.”
Aklına perşembe pazarından dün akşam
vakti alaca karanlıkta diğerleriyle beraber ortaya atılmış domatesleri ve içi
geçmiş soğanları sırtında küfesiyle
toplaması, geldi. Bir bağrış çağrış içinde küfürbaz kadınların arasında
kalmıştı. “Koskoca eşşek kadar adam olmuşsun sen işine gitsene ulan, sovanları
bize bırak. Bak bizi dinliyor mu o... çocuğu” başını önündeki soğanlardan
kaldırdığında kendine küfreden dişleri dökülmüş, ağızlarından tükrükler saçan
saç baş dağınık kara başörtüleri çözülmüş iki kadın suratının kendisine lanet
okumakta olduklarını, kabusta kalmış gibi seyretti. sonra yavaşça doğruldu,
yürüdü gitti.
Elindeki kağıda korkuyla baktı, derin
bir soluk aldı. “Yazsana lan, hani ben yazarım diyordun” Yerdeki kilimin
üstünde sabahtan kalma yemek tahtası ve
ekmek kırıntıları duruyordu. Genç adam başına çöktü, kırıntılara bir güzel
üfledi, kağıdı güzelce yaydı üstüne. Elindeki kalemi şöyle bir yokladı ve “Anne” diye başladı kağıdın
ortasından. Ağırdan ağırdan, sindire sindire titrek elleriyle, dilini de
farkında olmadan çıkara çıkara “Anne” diye yazdı. Durakladı, “Güzel
günlermiş o zamanlar bizim için. Babamın ölümünden sonra bizim saadetimiz
bitti” dedi sustu.
“On yaşımdan beri çalışırım, berber
yanına çırak girerek başladım, bir ara pazarlarda hamallık yaptım ama fazla
süremedi, çocuk diye beni tutmuyorlardı, boş boş bekliyordum bazan halime
acıyıp hamallık yapmadan sadaka gibi para veriyorlardı ama ağırıma gidiyordu, arada
da benden kart veletler tekme tokat pazardan atarlardı beni, mecburen vaz
geçtim. Sonra ayakkabı tamircisine daha sonra bir kahveci yanına girdim, sabah
erkenden dükkanı açar, ocağı yakar, suyu kaynatır, çayı demlerdim. Sonra o
gelirdi bense temizliğe devam ederdim. Sonra siparişlere başlardım ki akşama
kadar elimde askı esnafa çay yetiştirirdim. Gözümü dört açardım ki ense köküme
bir şaplak ya da kıçıma tekme yemeden akşam eve gidebileyim diye ama buna
rağmen yaranamazdım, bir iki aydan fazla çalıştırmazlardı. Bazan görürdüm, patronlar çalışanları karşılarına alıp; asgari
ücret şu kadar oldu ama benden şu kadar çalışır, derlerdi işinize gelirse
çalışın pazarlığını ederlerken benim gibilere sormazlardı bile. Hepsinin fazla
vermemesinin birer mazereti vardı tabii. “Ama benim çalışmaya ihtiyacım var ağalar...sadakaya
değil” diye bağırdı odada. Aklına
annesinin sabah ezanında kalkıp yürüyerek şehrin taa öte tarafına
temizliğe gitmesi geldi. Bu günün dünden
ya da daha önceki günden farkı yok. Karanlıkta gidecek aney karanlıkta gelecek, yemeden yatacak ertesi
sabah iki dilim ekmeği evde varsa süte veya yoğurta doğrayarak kaşıklayacak sonra bizi
uyandıracak, kardeşim kalan sütlü ekmeği yiyecek okul için hazırlanacak, aney
gidecek, ben kalkacam saçları taralı değilse kız kardeşimin saçını tarayıp, yolcu edecem” dedi henüz bıyıkları yeni
terlemiş genç adam. İçini çekti.
“Zavallı şimdi ne yapıyordur acaba?
Belki de bizden daha iyidir. Devlet baba bu, bizim babamıza benzemez. Ayrılalı nerdeyse iki yıl oldu. Şimdi üçte
olmalı...”
“İlk zamanlar bir kaç defa görmeye
gittim ama O da, ben de dayanamıyoruz ayrılmaya. Peşime takılmak istiyor,
kaçıyorum oradan. Bu Onu üzmekten başka
bir şey değildi. Artık gitmiyorum. Yeni hayatına alışsın diye, bir yıldır uğramıyorum.
Ya sen? Sen de hiç uğramamışsın anne.”
“İşim yok, gücüm de yok. Eskiden olsaydı gücüm
var derdim. Şimdi yok ağam. Geçen sene mahalle arasındaki bir pide fırınında
getir götür işlerine çağırdılar mahalleden
bir çocukla beraber. Sokak arasındaki bir pideci dükkanına girdik. Azimliyim. Gözümü
açar meslek öğrenirim dedim, dükkanda bir de bizden büyük bir fırıncı daha var,
pideleri o atıyor o çıkarıyor usta kürekçi yani. Bir şey göstermiyor bizlere,
ne zaman yanına yanaşsak mutlaka bir iş buyuruyor başından savıyor. Buna rağmen
canla başla çalıştım. Beş, altı ay deliler gibi koşturdum, una, hamura daldım.
Hamur karmayı, açık pideyi de kapalı pideyi de açmayı kaptım, dükkan sahibi aynı zamanda pide ustası.
İkimizi de sipariş dağıtmaktan, küçük dükkana sığdırdığımız bir kaç masaya
servis açıp hizmet vermeye, mutfak
temizliğinden lavaboların temizliğine, bulaşıkları yıkamaya kadar her işe
koşardı. Bir gün sanıyorum bahardı, Usta
işlerin kesatlığından bahsedip dükkanı kapatmaya karar verdiğini söyledi, “Yarın
artık gelmeyin” dedi bize. Onbeş yevmiyemiz içerde kaldı, “şimdi param yok,
sonra!” dedi. Kavga gürültü oldu aramızda ama öylece kaldı. O zamandan beri
yine pazarlardayım. Benim gibi olanlarla beraber bir kenarda unutulmuş küfeler
gibi bekleşiyoruz. Alış veriş yapan yaşlıca insanları görünce yalvar yakar peşlerine takılıp ikna edene
kadar takip ederim. Bazen iş çıkartırım, bazen de azarlarlar beni, bazan bir
lirayı kesmek için “Pazar aha şurası ulen, kaç sokak taşıdın ki!” deyip,
insafsızca pazarlık ederler, aslında ne alsak razıyız, cebimizde kuruş para
olmazdı ki. Ama kimse anlamazdı bizi. Siz yokluğu bilir misiniz ağalar? Açlık
nedir bilir misiniz? Aman bilmeyin...Canınız her şeyi ister, her şeye imrenir,
suya, ekmeğe, çamura bulanmış meyvaya, yarısı yenmiş pideye, caddelerde mendil
satanlara, köşedeki simit dükkanlarına hayran hayran bakarsın da uzaktan
geçersin kokusunu duymamak için...”
“Bıktım artık. Örselenmekten,
itilmekten, kakılmaktan, acınmaktan. Okumaktı hayalim ama ah babam ahh. Zamansız,
zeminsiz, bizi yanlız bıraktın bu kaba, hoyrat dünyada.” Gözleri yaşardı,
çevresini göremez oldu. Nerede olduğunu bilmeden, bir alaca karanlığa, bir
boşluğa doğru devam etti konuşmasına.
“Yıllardır işsizim. Her dükkanın
önünden geçerken içeri ümitle bakarım. Bakarım ki bir çalışana ihtiyaçları var
mı diye, neredeyse bütün dükkanlarını tanırım ben bu şehrin, onlar da beni. İş vermek
yerine, acırlar ve para teklif ederler, almam.”
Etrafındakileri seçmeye başladığında,
yemek tahtası üstünde deminki beyaz sayfa ortada kenarları kıvrılmış bir
şekilde onu bekliyordu ve elinde kurşun kalem. Ortada tek bir kelime: “Anne” onun ve kardeşinin tek varlıkları,
“Bu dünya ile tek bağım” diye mırıldandı. Kağıdın üstüne abandı yeniden,
dilini, çıkara çıkara, “3 mayıs” diye yazdı sağ üst köşeye. Başını kaldırıp geriden şöyle
baktı, baktı, dudağını büktü. “zamanla benim ne alakam var..” dudağını tekrar
büktü. “yarın burada olmayacağım ki...” üstünü
karaladı. Gözünde annesinin ağlayışı, yuttaki kardeşinin şaşkın bakışı,
insanların telaşlı içeri, dışarı giriş çıkışları canlandı. İlk cümle aklında
yazıldı. “Anamı bu kadar üzmeye hakkım var mı? Ama tükendim ben anacım, sana doyamadım
ama bu dünyaya doydum. İtilmiş olunmak, görmezlikten gelinmek, acınmak, aşşalanmak yedi bitirdi
benliğimi. Acılarım o derece arttı ki
buradan gidesim geldi aney. Sırtımdaki küfe sıyrıkları değil beni yaralayan, içimdeki
kırılmış can kırıklarım” durdu. “Bunların hepsini yazamam, kimseyi
ilgilendirmez benim çektiklerim. Ben dünyaya gelirken onlara sorulmadı, gerçi bana
da sorulmadı. Ne benim nasıl yaşadığım, nasıl süründüğüm kimsenin umurundadır
ve ne de nasıl öleceğim. Herkes kandi hayatını yaşar.” diye mırıldandı. “Bana acımalarını istemem”
dedi.
“Babamın her koyunun hayatı onundur
mu yoksa her koyunun hayatı mezbahada mı biter diye bir sözü vardı. İşte onun
gibi bir şeydi.”
“Evet duymuştum ama şimdi ne alaka?”
“Dinle!”
İkinci satıra geçti parmakları
arasındaki kalemi sıka sıka, “ben buradan gidiyom” diye yazdı, noktayı koydu. “Kız kardeşim, ben de, diyecek. Nereye len? diyecek aney. Anlatamam ki neresi olduğunu. Babamın yanına işte.” Nereden geldiğini
anlayamadığı iki damla damladı kağıdın üstüne, genç adam hemen elinin tersiyle
sildi attı. “görmesinler” dedi. Beklerken annesinin inlemelerini duyar gibi
oldu odada. “Yok anacım yok. Sana yük
olmak beni hergün kahrediyor öldürüyor, bu boşluk, bu hiçlik içimi hergün
kemiriyor.” Oda iyice kararmış gibi geliyordu delikanlıya. “Başka ne yazılır ki?
Ölüme giden insanlar ne anlatırlar ki geride kalanlara hiç bilmiyorum.” Kaleme tekrar sarıldı, titreyen ellerine kan
oturmuş parmaklarına hakim olmaya çalışarak alt satıra geçti.
“Anem beni affet, seni üzmek değildi niyetim” yazdı, noktaladı, durdu. “Ben gidince sen daha rahat edeceksin”
diyemedi çünkü emin değildi... ama ev sahibi dul bir herif, evlenecek birisini
arıyor, biliyorum anamdan daha iyisini mi bulacak, ama ben varken olmaz, “bu
koca herif gitsin, evde genç yetişmiş kızlarım var” diyecek. Ben biliyom, ama
ben de nereye giderim ki? Anam beni töbe bırakmaz ben de onun ayana köstek..”
eminim diyemedi. Şimdiye kadar neden emin olmuştu ki. Okuyacağını sanırken, bir
anda düştükleri sefaletin içinde çırpınırken, girdiği hiç bir işte kalıp
kalamayacağından, ne kadar kalacağından emin olamadığı gibi şimdi de kalkıştığı
bu işte başarılı olup olamayacağından emin olabilir miydi diye içinden geçirdi.
“Bunu yap, bitir şu ezik hayatını,
onurunu kurtar. Arkamdan kim ne söylerse söylesin aldırmayacağım artık de!” dedi. “Umarım öyle olur” diye
kendine cevap verdi.
“Başka ne yazmalıyım bilmem” Kaleme
sarıldı alt satıra geçti.
“Bu dünyaya doydum, tükendim hiç bir umudum kalmad, size
duyacağım özlemden başka , bir isteğim yok” diye yazmaya çalıştı titreyen elleriyle. Son satırı yazmak için ara
verdiğinde iyiden iyiye ağlıyordu genç adam. Bu sağnağın geçmesini bekledi bir
müddet. “Cemile’nin de
senin de yanaklarınızdan öpüyorum annem.” Alt satıra “Beni affet” diye yazdı noktayı koymadan bir süre tavana bakarak
düşündü. Eskiden ahır olan odanın açıkta duran kirişine zorlukla sardığı
annesinin çamaşır ipine ve onun altına
çektiği kırık sandalyeye içi tireyerek baktı. Kağıda döndü en alta isim yazmayı
düşündü. Karar verdi: “alla’smarladık Topal Fahri”
Akşamüstü annenin feryadına koşan
komşu kadınlar, alaca karanlık odada gördükleri
manzara kaşısında korku ve şaşkınlıkla geri çekilmişler, kapı ağzında kala
kalmışlardı. Anne bir köşeye büzülmüş sadece ağlıyor ve Fahri’nin ayaklarına
bakıyordu. Genç adamın zaten ince ve zayıf olan bedeni daha bir incelmiş,
uzamış ipin ucunda sallanan çıplak ayaklarının uçlarının yere değmesine sadece iki
parmak kalmıştı. Sağ elinin avucunda
sıkmış olduğu bir beyaz kağıt parçasını ilk bakışta farkedememişlerdi. Sabah
yazdığı mektuptu bu. Onu annesine kendi
eliyle vermek istemişti genç adam. Elinden mektubu zorla aldılar, şöyle bir göz
attılar, sonra perişan olmuş kadına verdiler. Defter sayfasının kenarına bir de
çiçek kondurduğu mektubu şöyleydi:
Anne 3 mayıs
Ben buradan
gidiyom. Babamn yanna işte.
Annem beni affet, seni üzmek değildi niyetim.
Bu dünyaya doydum, tükendim hiç bir
umudum kalmadı.
size duyacağım özlemden başka , bir isteğim yok
Cemile’nin
de senin de yanaklarınızdan öpüyorum annem.
Beni affet
Alla’smarladık
Topal Fahri
Sadık Mercangöz
Bağlıca, Ankara 5 Nisan 2019, 12:46
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder