Şöminenin köz kıracağı / O. Üstünkök

 ŞÖMİNENİN TOPUZLU DÖKME DEMİR

KÖZ KIRACAĞI

’Öykünün başında şömine üstünde silah asılı denmişse,    öykü bitmeden o silah patlamalıdır.’’  Chekhov 
 


Karşıyaka, İzmir. Pazartesi sabah saat 10:25 
Türkiye’de sürdürdüğü kazılarda gün ışığına çıkardığı bulgularla kısa sürede ünlenen arkeolog James Ellmaart, İzmir Karşıyaka Dedebaşı’ndaki evin yaşlı sahibiyle bahçede yaptıkları kahvaltıdan sonra içeri girerken yapının özelliklerine pek bakmadı. Yöresel mimarlığa fazla ilgi duymazdı. Ona göre duvarları sıvalı, söveleri taştan bir yapıydı ev, işte o kadar. Girdikleri orta sofa loş ve serindi. Yaşlı adamın açtığı oda herhalde pek kullanılmıyordu. Pencereleri ve saç kepenkleri kapalıydı. İçerde eski bir masa, kolçaklı bir sandalye, köşede de çekmeceli bir konsoldan başka eşya yoktu. Yan duvardaki basit şöminenin önünde ateş eşmek için kara maşa, kül almak için kısa saplı kürek, bir de ucu topuzlu, epey ağır olduğu belli dökme demir köz kıracağı kullanılmaya hazır duruyordu. 

Ankara. Bir önceki akşam saat 19:17
Ellmaart, bir kongreye katılmak üzere Ankara’dan İzmir’e gitmek için gece treninin kalkış saatinden epey önce garın önünde taksiden indi. Gar yapısının yüksek tavanlı, mermer kaplı geniş giriş holü, iki yandaki bilet gişelerini hep cüceleştiriyormuş gibi gelirdi Ellmaart’a. Peronlara açılan ağır kapıların yanından girilen küçük, tenha, ve tertemiz lokantada fazla çeşit bulunmasa da servis trendekinden iyiydi. Önceki yolculuklarından biliyordu. Biletini aldıktan sonra oraya yöneldi. Masalarda her zamanki gibi kolalı örtüler ve beyaz peçeteler vardı. Oturdu, kızarmış ekmek, salata ve çorba istedi. Garsonun getirdiklerini yerken iyi giyimli bir genç kadın girdi içeri. Geldi, çaprazdaki masaya oturdu. Arkeolog fazla oyalanmadan yemeğini bitirdi. Parasını ödeyip kalktı. Kalkış saatine epey vardı aslında ama oralarda aylak aylak dolaşmak ona göre değildi. Bir an önce yerine yerleşmek için alt geçitten yürüyüp trenin olduğu perona çıktı. 
Genç kondoktör Ellmaart’ı yataklı vagonun merdiveninde karşıladı. Kompartmanını açtı. Ortalıkta henüz pek kimse yoktu. Bilet fiyatları yüksek tutulduğundan yataklıyla yolculuk eden zaten genellikle fazla olmazdı. O sırada öbür kapıdan gar lokantasındaki kadın vagona girdi. Demek o da aynı trende yolculuk edecekti. Kondoktör kadının kompartmanını açmak için ayrılırken arkeolog adama teşekkür edip içeri girmişti bile. Çantasını kenara bıraktı. Ceketini çıkardı, köşedeki minik dolaba astı. Oturdu. Düşünceye daldı. 
Tarihin bilinen en eski yerleşmelerinden birindeki kazı mevsimini bir kaç hafta önce kapatmıştı. Bu yıl umduğundan verimli olmuştu çalışma. Gelecek yaz için de şimdiden epey ümitliydi.

Trenin kalkmasına vakit vardı. Uyumak için ise çok erkendi. Kalktı, ceketini tekrar giydi. Not defterini alıp çıktı. Koridorda duran kondoktöre gülümseyip bir tatlı yemek ya da bir şeyler içmek için lokanta vagonuna geçti. Masalar servise hazırdı da hiç müşteri yoktu. Ellmaart ortalarda bir masaya oturdu. Mutfak kısmından çıkıp gelen servis görevlisine kahve ve soda ısmarladı. O sırada kapı açıldı, daha önce iki kez gördüğü genç kadın içeri baktı. Ellmaart orada olmasaydı herhalde girmeyecekti. Görünce geldi, yandaki masaya oturdu. Şık çantasını sandalyenin arkasına asarken kolundaki bilezik Ellmaart’ın dikkatini çekti. Fildişi ve altından yapılmıştı. Çok değişik bir tasarımı vardı. Eski olmasına eskiydi de Ellmaart’ın bildiği dönemlerden hiçbirinin özelliklerini taşımıyordu. Arkeolog dayanamadı.  ‘’Çok affedersiniz , bu bileziği nereden aldığınızı sorabilir miyim?’’  Epeydir Türkiye’de çalıştığı için Ellmaart’ın Türkçesi fena sayılmazdı. Ne var ki genç kadın soruyu İngilizce yanıtladı.  ‘’Almadım. Bunlar bizim ailemizin malı.’’  ‘’Oo, İngilizceniz çok iyi. Bunlar dediniz. Başkaları da mı var?’’  ‘’Evet, hem de koca bir çekmece dolusu.’’  ‘’Sahi mi? Nerede ?’’ ‘’Karşıyaka’daki evimizde.’’ 
‘’Bakın, ben arkeoloğum. Böyle şeyler benim uğraşı alanım ama bu tür bir parçayı şimdiye kadar hiç görmemiştim. Çok ilginç. Eski olduğu besbelli. Diğerlerini de görmek isterdim.‘’  ‘’Bilmem ki, belki ayarlayabiliriz. Siz İzmir’de mi oturuyorsunuz?’’ ‘’Hayır. Bir kongre için gidiyorum. ’’
 ‘’Güzel. Hangi otelde kalıyorsunuz? Babamla görüştükten sonra ben sizi haberleyeyim.’’ ‘’Otelim Basmane’de ama kongre yarın başlayacak. Vaktim var. Eğer sizin için bir sakıncası yoksa Karşıyaka’da ben de sizinle ineyim. Babanızla konuşurken orada olursam belki kendisini birlikte daha kolay razı ederiz.’’ Genç kadın itiraz etmedi.  ‘’Neden olmasın?’’ derken belli belirsiz gülümsüyordu bile. 
Bu arada tren kalkmış, hızlanmaya başlamıştı. Ellmaart çocukken tren yolculuğunda tekerleklerin düzenli, ritmik takırdamasını dinlemekten özel bir haz duyardı. Sonradan İngiliz demiryollarında raylar birbirlerine kaynaklanınca trenler sessizleşmişti. Burada henüz öyle yapılmamıştı. Kahvesini yudumlarken çocukluğunun trenlerini anımsadı.
‘’İzmir’de ne kadar kalacağım dediniz ?’’
Genç kadının sorusuyla Ellmaart anılarından sıyrıldı.
‘’Kongre programı üç günlük ama bazan kongreden sonra ek toplantılar yapılıyor. Bakalım.’’ ‘’Dönüş biletiniz ne güne ?’’ ‘’Kongre ertesinin programı kesinleşince İzmir’den alırım diye düşünmüştüm. ‘’ 
 ‘’O zaman belki bir süre Karşıyaka’da bize misafir olursunuz.’’
 ‘’Olabilir. Teşekkürler. Çok naziksiniz.’’
Daha sonra fazla konuşmadılar. Genç kadın kitabına daldı. Ellmaart ise defterindeki notlara. Gene de arada bir kadının bileziğine bakmadan edemiyordu. Genç kadının da bir iki kez kendisini süzdüğünü farketti farketmesine ama önemsemedi. Ortadan ileri yaşlı bir bilim adamıydı, üstelik hiç de yakışıklı sayılmazdı. Genç ve oldukça alımlı bir kadının ilgisini çekmeyeceğini bilecek denli olgundu da. İşine baktı. 
Tam bir saat sonra tren Polatlı’a duruncaya kadar şişe suyu almak için gelen iki utangaç kız çocuğundan başka lokantaya uğrayan olmadı. Yaz geçmiş, okullar açılmış, deyim yerindeyse evli evine, köylü köyüne dönmüştü. Tren kalabalık değildi.
Ellmaart Büyük İskender’in ünlü düğümü kılıcıyla kestiği yer olarak bilinen Gordion’u görmek için daha önce Polatlı’ya gelmişti. Ören yerinde Amerikalı bir ekip çalışıyordu. Yakındaki höyük Frig döneminden kalma bir kral mezarıydı. Bugünkü köyün adı da zaten oradan geliyordu: Yassıhöyük. Ellmaart geldiğinde höyük kazısı bitmişti. Arkeologlar Zonguldak’tan gelen madencilerin kömür ocaklarındaki gibi ahşap dikmeler yerleştirerek açtıkları dehlizle tepeden değil de, zemin kotundan mezar odasına ulaşmışlardı. Ne var ki, mezar odasını gezmek isteyenler için dehliz açık tutulunca
içerinin nem ve ısı düzeni değişmişti. İki bin beş yüz yıl önce odanın çatkısında kullanılan koca koca tomruklar hem içeri dolan kuru bozkır havasının, hem de kullanılmış maden direklerinden bulaşan zararlı mantar ve parazitlerin etkisiyle kısa sürede kurumuş, çürümüş, çökmeye yüz tutmuştu. Durumu gördüğünde Ellmaart, kazılarında benzer koruma sorunlarıyla boğuşmak zorunda kalmadığı için kendini şanslı saymıştı. 
Kondoktör lokanta vagonunun kapısından başını uzattı.  ‘’Karşıdan gelen yük trenini bekliyoruz. Ne zaman kalkacağımız henüz belli değil. Yataklarınızı yaptım. İsterseniz kompartmanlarınıza geçin. Lokantayı birazdan kapatacaklar. ’’
Ellmaart not defterini, genç kadın da okuduğu kitabı kapattı. Lokantadan çıktılar. Arkeoloğunkinden iki kapı ilerdeki kompartmanına girerken kadın durdu, dönüp seslendi. ‘’Size iyi uykular. Ben kondoktöre söylerim. Karşıyaka’ya yaklaşırken bizi uyandırır. Sabaha görüşürüz.’’ ‘’Ha evet, ama adam lokantaya gelmişken söyleseydik keşke.’’
 ‘’Yok gerekmez. Benim onunla işim var, kendisini göreceğim. Merak etmeyin.’’
 ‘’Peki, sağolun. İyi geceler.’’


Karşıyaka istasyonu. Pazartesi sabah saat 9:15 
Tren gıcırdaya gıcırdaya durdu. Ellmaart ve genç kadın indiler. Binaya geçmeden önce kadın döndü, arkalarından bakan genç kondoktöre el salladı. Çıkınca istasyonun önünde duran faytonlardan sıradakine bindiler. Faytoncu dişleri arasından çıkardığı, alfabede olmayan bir sesle, atlara komut verdi. Hareket edince durağın yoğun at pisliği kokusu geride kaldı. O zamanlar atların kuyruklarıyla faytonun ön dingili arasında şimdiki gibi dışkı torbaları yoktu. Atlar doğal gereksinmelerini çoklukla sırada beklerken giderdikleri için ne kadar temizlenirse temizlensin fayton duraklarının kötü kokusu bir türlü giderilemezdi.
Fayton hızlandıkça bu kez de atların düzenli nal seslerine daldı Ellmaart. Güzel bir güz sabahıydı. İzmir’in bu semtlerini daha önce görmemişti. Demiryolunun öbür tarafına geçtiler. Bir süre gittikten sonra Nergiz’den dönüp Kazım Dirik İlkokulu yanındaki sokağa girdiler. Burası henüz apartmanlaşmamıştı. Evler bahçe içindeydi. Birinin önünde durdular. Kapıyı sevecen yüzlü yaşlı bir adam açtı. Genç kadının babasıydı besbelli. Adam, sanki kızının adamla birlikte geleceğini biliyormuş gibi hiç yadırgamadan karşıladı ikisini. Baba kız kucaklaştılar. 
Ellmaart kendini tanıttı. Yaşlı adamla el sıkıştılar. Türkçe konuşacaktı ama adam da, kızı gibi, hafif aksanlı fakat kusursuz ve akıcı bir İngilizceyle onun Türkçesini bastırdı. Bahçedeki çardağın altında kahvaltı sofrası hazırdı. Taze demlenmiş çay kokusu İzmir’de gevrek denilen simitlerin susam kokusuna karışıyordu. Gece yolculuğundan sonra çardak altının serin sakinliği arkeoloğa iyi geldi, hoşuna gitti. Çaydan ilk yudumlarını alırlarken genç kadın babasına Ellmaart’ın bileziğe ilgi
duyduğunu söyledi. Yaşlı adam tepki göstermedi. Bekliyordu bunu sanki. Bir şey söylemeden sadece gülümsedi. Sonra yerinden kalktı, çaydanlığa su ekleyip kayık tabak içinde duran değişik bir tür peyniri Ellmaart’ın önüne koydu.  ‘’Bu Kıbrıs’ın hellim peyniridir. İngilizcede Hellumi deniyor. Daha önce yemediyseniz bir parça alıp tadına bakın, tavsiye ederim.’’ ‘’Tabii.. Hellimi çok duydum ama denememiştim. Burada bulunuyor demek.’’
 ‘’Pek bulunmuyor. Biz Kıbrıs’tan getirtiyoruz.’’
 ‘’Kıbrıslı mısınız ?’’
 ‘’Yok, hayır. Değiliz. Annem babam kimbilir hangi savaş sırasında ayrı ayrı yerlerden savrulup buraya gelmişler. Kayıtlar çok geriye gitmiyor. O yüzden kökenimiz pek belli değil. Bildiklerimiz kulaktan dolma şeyler.’’ ‘’Savaş, göç, çekilen sıkıntılar... Bunlar ne kadar ikircikli konular, değil mi?’’

‘’Evet, öyle ama doğrusu çok da üzerinde durulmaz. ‘Savaşlarda yığınla insan ölmüşken sağ kalanların yerinden yurdundan olması da ne ki’ der geçer insanlar. Sanki sağ kalmak kolaymış gibi ...’’ ‘’Yoksa ben derdinizi deşmiş mi oldum? Eğer öyleyse özür dilerim. ‘’ ‘’Hayır hayır. Hiç de değil. Tarihin gerçekleri bunlar. Öyle kabul etmek zorundayız. Kaldı ki, dedim ya, biz savaşta sağ kalanların gene de şükretmemiz gerekir. Aslında ben sabah sabah gereksiz gevezelik ettim. Umarım yaşıma bağışlarsınız. Çayınızı bitirdinizse içeri girelim, size cicilerimizi göstereyim.’’ ‘’Çok sevinirim. Teşekkürler.’’ 
Sabah saat 10:26 
Eve girince yaşlı adam sofaya bakan odalardan birinin kapısını açtı. İçerisi loş ve serindi. Masadaki çalışma lambasını yaktı. Döndü, yanda duran konsolun üst çekmecesini çekti, yerinden çıkardı. Getirdi, masaya koydu. Çekmece oldukça büyüktü. İçinde genç kadının kolundaki bileziğe benzer irili ufaklı sürüyle süs eşyası vardı. Kemerler, küpeler, kolyeler, yüzükler... Şimdiye kadar görülmüş şeyler değildi hiçbiri, bambaşkaydılar. Sahteye de benzemiyorlardı. Binlerce yıllık olmalıydılar. Arkeolog masanın yanındaki kolçaklı sandalyeye çöktü. Büyülenmiş gibiydi. Çekmecedekileri tek tek elden geçiriyor, hepsini hayran hayran inceliyordu. Bunlar bir yayınlansa arkeoloji dünyasında yer yerinden oynardı. Defterine davrandı. Eskizler yapmaya, notlar almaya başladı. Yaşlı adam ses etmeden onu seyrediyordu. Masadan yansıyan ışıkta yüzünün çizgileri sertleşmişti sanki, önceki denli sevecen görünmüyordu şimdi. Biraz daha öyle durdu. Sonra usul usul şömineye doğru ilerledi. Cebinden çıkardığı iş eldivenini eline geçirdi. Şöminenin önünde duran topuzlu köz kıracağını aldı, geri döndü. Masa lambasından gelen ışık çekmeceyi aydınlatıyordu. Arkeoloğun seyrek saçlı başı ve ensesi gölgedeydi. Yaşlı adam yaklaştı, bu işi daha önce defalarca yapmış gibi ağır mı ağır demiri soğukkanlılıkla kaldırıp topuzlu ucunu bütün gücüyle arkeoloğun ense köküne indirdi. Bir daha, bir daha... Arkeoloğun boğazından hırıltılı bir ses çıktı. Sandalyeden kaydı, külçe gibi yere yığıldı, kaldı.

Adam eldiveni çıkardı. Çekmeceyi konsola geri koydu. Masadaki ışığı söndürdü. Sonra da gitti, topuzlu demir köz kıracağını yerine bırakıp hiçbir şey olmamışcasına sakin sakin dışarı çıktı. Kızı bahçede keyifle çayını içiyordu. Karşısına oturdu.  ‘’Bu seferki üç vuruşta gitti’’ dedi, olağan bir şeyden söz ediyormuş gibi. ‘’Fena değil. Geçen defa getirdiğin o ibiş antikacıda biraz zorlanmıştım. Bir çay içeyim de bunu öyle gömeyim. Yalnız, bizim bodrumda başkasına yer yok artık. Ne yapsak?’’  ‘’Bundan sonra halamın evini kullanalım o zaman, ne dersin ?’’
 ‘’İyi fikir. Onun bodrumu bizimkinden büyük. Bomboş da duruyor. Öyle yapalım. Gelecek kongre ne zamanmış?’’  ‘’Şubat’ta dediler. Kesin tarihini telefonla öğrenirim. Keşke o zaman da aynı kondoktöre rastlasam.’’ ‘’Haa! İyi vakit geçirdin anlaşılan. Güzel, güzel. Sen annene çektin. O da severdi kondoktörleri.’’



-----------------------------------------------
Türkiye’de yaptığı arkeolojik kazılarla haklı bir üne kavuşmuş olan benzer isimli bir bilim adamı var: James Mellaart (1925-2012). Zamanla adı bazı yolsuzluklara karıştığından hakkında soruşturma açılmıştı. Savunmasında İzmir’e yaptığı tren yolculuğunda tanıştığı genç kadının Karşıyaka’daki evinde gördüğü eski eserlerden söz etmesi uydurma ve gerçek dışı bulundu. Kazı izni iptal edilerek ülkeye girişi yasaklandı. 
Ankara Gar binası, Yassıhöyük kral mezarı, ve İzmir fayton atları hakkında anlatılanlar dışında  bu öykü de uydurma ve gerçekdışıdır. 
***


 

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder