Biir Resmin Anatomisi II

BİR RESMİN ANATOMİSİ

BÖLÜM II

Genç adam gördüğü karabasanlardan sonra kerevette oturup, babasının yüzüne gözlerini kırpmadan bakarken, anlattıklarını can kulağıyla dinliyordu. Bütün bu olayları sıkıntıları sanki kendi yaşamış gibi hissediyor, bunalıyordu. Ama olayları anlamakta zorluk çekiyordu:  Duydukları ve okulda okuduklarından bildiği kadar Osmanlı koca bir devletti, nasıl olur da bu minyatür devletlere yenilir de herşeyi terk ederek Balkanlardan silinir giderdi anlayamadığı şey buydu.
“Abe oğlum, babalar çalışır, didinir  mal, mülk edinir, servet yapar, evlat çalışmaz da azırdakini  yerse o servet n’olur? Toz olur, elden gider oğlum, böle düşün” dedi babası içini çekerek: “Sudur uyur da, düşmandır uyumaz be, kollar seni ne zaman ki astasındır, zayıfsındır u vakit kollar seni, pusuda furur seni. kuvalar seni be ya..”
“Bu ka basit olamaz” diye düşündü genç adam. Babası kendi babasından dinlediklerini anlatıyordu oğluna, bu köye nerden ve nasıl gelmişlerdi diye. “Biz suyun öbür yakasından geldik be ya. Ama ben kendimi bildim bileli buradayım burda büyüdüm, anan da üledir. Anam, bubam burada öldüler, ben öbür tarafı bilmem bile. Büyükler anlattırdı ben de dinledim aklımda kalanlar bu kaa. Şimdi ben anlatırım sene, te sen  de dinlersin. Te, duğru nerdedir unu da anca Alla bilir”
O gece bu anlatılanlarla uyudu, ya da uyumayı bekledi.

Babası içeri girdikten sonra, sedire iyice yayıldı genç adam, pijamaları bacaklarından ve karnından sıyrıldı, açıldı döşü bıkını. Hava bunaltıcı mı bunaltıcı, durgun, her şey bir şeyleri bekler gibiydi. Boynundan akan terler yer yer yanmış kızarmış ensesinden içeri giriyor, açılmış saçılmış pijamasından görünen beyazımsı atletini ıslatıyordu. Ter tanecikleri aşağı inerken sağını solunu gıdıklıyordu genç adamın. Oğlanlardan biri de kerevetin öbür başına oturmuşken, genç adam çıplak ayağıyla çocuğa teperek onu içeri kovdu, böylece kerevete tek başına uzandı ayağını sedirin sırt yastığının üstüne attı.. Bağrına esecek haydarı bekledi bir müddet, gözlerini kapatarak. Nihayet haydar geldi, limonata kıvamında usulca koynuna girdi bizimkinin. Çabuk unuttu anlatılanları, genç adam halinden memnun biraz daha gevşedi, gözlerini iyice yumdu. Başında yıldızlar, aklında göz koyduğu kız keyifle daldı gitti.

Uyandığında akşam üstü olmuş güneş Silsilenin arkasına çekilmek üzereydi. Hayretle yerinden doğruldu. Kendini asma çardağının altında kahve sandalyasının üzerinde oturduğunun fark etti:
“Ülen amma dalmışım breh, breh, ne zaman gelmişim ben bura?”

Kalkmaya yeltendi ama kemikleri sanki sandalyeye geçmiş, yerinden kalkamadı. Dikkatle etrafına bakınca kahvenin yarı yarıya bağdan yeni gelmiş, üstü başı toz içinde başlarında Türkmen poşusu, terden sırıl sıklam olmuş  adamlarla dolu olduğunu görebildi. Gözlerini oğuştururken, etrafındakilerin hayal olmadığını, ama kendisinin hayal olduğunun farkına vardı genç adam. Gözlerini sım sıkı yumdu, “Ulen ben buraya nasıl geldim? Yoksa rüyada mıyım?” diye mırıldandı. Gözlerini bir kaç defa açtı kapadı. “Yoo, herkes yerli yerinde oturup duru len” Kahvede oturan köylülerin hepsi ona yabancı geliyordu. Ayakta durduğu yerden birkaç adım attı, kimse onu farketmedi,  kimse selam vermedi, O da kimseye eyvallah demedi. Öylece kalakaldı yabancıların arasında, yabancı bir kahvede. Kahvedekiler anlayamadığı bir dilde konuşuyorlar, bir birlerine laf atıyorlarken arada anladığı sözler de işitiliyordu.
“Heeyt efemu, kovalacayım zıçtıkları yere kadar bunları”  Kahvedekiler kahkahayı patlattılar, küfürler ve gülmeler uzadı gitti. Şarabı fazla kaçıranlar biraz sonra yerlere devrildiler, şarap şişesi elden ele geçerken, kendinden geçenlere gülmekten yerlere devrildiler.
Kahvenin biraz ilerisinde iki atlı göründü, yorgun, argın adeta bir yürüyüşle, biraz tozlu bir yüzle, kahvenin önünde durdular. Önde olanı sürünür gibi yavaşça yere indi. “Kalimeras ağalar” Yaşlıca bir at ve yedeğinde bir katır ve  üstünde bir adam. Sağrılarında her iki yana bağlanmış tahta bavullar. “ Ağalar papaz efendiyi nerde buluruz?” diye sordu yerdeki adam.  İçlerinden biri masadan kalkmadan , diğerlerine döndü:
“Bu adam işini biliyo... seni, beni değil Yorgi’yi sorar be. Helbette  kilisede mahzende duadadır” Sarhoşlar yeri gögü inleterek kahkahayı patlattılar. Akşam güneşi asma yaprakları arasından sıyrılıp bir an adamın güneş yanığı yüzüne düştü. Adam gülümseyerek yüzlerine baktı. Hiç üstlerine alınmadılar, kaldıkları yerden kendi hallerine devam edip, gittiler.
“Napacaksın bizim papazi bakalim efendi?” İçlerinden biri çatık kaşla sordu. Adam onun kendilerini çağırdiğini söyledi. “Oyle mi?” dedi durdu. Yukarıdan aşağı şöyle bir süzdü. Yabancının ciddi duran suratına baktı:

“Gelin benimle!” dedi.

Kahvedeki adam, şarap küpüne düşmüş diğer sarhoşları yerlerinde bırakıp yalpalayarak atlıların önüne geçti, kiliseye giden aralıkta ilerlemeye başladılar. Bu küçük kafile, yamru yumru taşların üzerinde kaya,  tökezleye  ilerlerken öndeki sarhoş köylü sendeleyip kaydıkça kendi kendine küfrü yapıştırıyor, toparlanır gibi oluyor, adımlarını daha dikkatle atıyordu. Onu yayan olarak takip eden adam, bu sendelemeleri gördükçe, kafasını sallayıp içinden “nereye geldik tanrim” deyip gülüyordu. Akşamın sessizliğinde bu sarhoşun küfürleriyle, küçük kafilenin ayak seslerinden başka bir ses duyulmuyordu.
Yabancı adam atının geçtiği her sokağı tanımak istercesine dikkatle bakıyor ve evleri tek, tek süzüyordu. Dik bir yokuşu çıktılar, çıktılar ve sonunda dar bir sokak içinde kilisenin sokağa taşan apsis duvarı göründü, küçük bir kilisenin küçük bir apsisiydi ama daracık sokakta taş duvarlar  dibine geldiklerinde, yeterince heybetli duruyorlardı. Avluya giriş kapısı görününce diğer adam da katırından inip adamların arkalarına takıldı.
Küçük kilisenin küçük taş avlusunda köylü kapıdan başını uzatıp yandaki alçak kapıya doğru seslendi: “Yorgi, aa Yorgi...Nerdesin be? Bakasan! Tanrı misafirlerin var be!” kilisenin kapısının karşısındaki taş yapının alçak kapısı, uzunca bir sessizlikten sonra gıcırdayarak açılırken sarhoş köylü yüksek sesle bağırmaya devam ediyordu ki kapıdan akseden loş ışıkta iri yarı bir gölge dışarı doğru süzüldü. Karalar içindeki papaz Yorgo hafifçe eğilerek kapıdan çıktı, adama çıkıştı:

“Ne bağırırsın be bet avazlı herif! Sanki burda saar var.” Yabancı adamları görünce sustu.

“Hoş gelmişsiniz, Tanrının evine.  Ben O’nun naçiz kulu, Yorgo”. Köylüyle beraber avluya girmiş olan yabancı adam basındaki solmuş, yıpranmış fesi başından alıp cebine soktu aceleyle, saygıyla yaklaştı, papazın eline sarılıp öptü. “Ben Andon, 15 gün önce mektubunuzu aldım, kalktım geldim, dışarıda da kardeşim Pantelis vardır, aziz peder.”

Papaz samimiyetle “Hoş geldiniz” deyip Andon ve Pantelis'i içeriye davet etti, köylü de içeriye girmeye hazırlanırken papaz kulağına bir şeyler fısıldadı, adam geride kaldı. Misafirler teşekkür ettiler yol gösteren adama ve alçak kapının önünde kunduralarını çıkarıp, el örgüsü beyaz pamuk ipliğinden örülmüş, topukları erimiş çoraplarıyle içeri girdiler, kapı sertçe onları getiren adamın yüzüne kapandı.


Genç  adam hayretle bu olanları seyrederken bir rüya içinde olduğunu farkına vardı. “Uyanmam lazım” diye aklından geçirdi, bahçedeki kerevetten aşağı indi, dönüp içeriye daldı. Üstte sofada kardeşleri yere serili yatağa ayaklı başlı yatmışlar dalıp gitmişlerdi bile. Tarladaki tütün toplama hepsinin canlarını çıkarmıştı. Üstüne de bütün askıları getirip burada koca çardağın altına tek tek taşıyıp dizmişlerdi. Şimdiyse bütün aile horultular içinde, sızmış vaziyetteydi. Genç adam yastığa başnı koyar koymaz kendinden geçti.

***


Karanlıklar içinden adını duyar gibi oldu. Hüseyin fırladı kalktı yatağından zaten uyumuyordu, kapı delicesine çalınıyor ismi haykırılıyordu. Kapıya koştu, sobanın kül küreğini sağ eline alıp, tarttı ve  sol eliyle sürgüyü çekti, kapıyı açtı; Muhtar kapıda. “Kalk Janderme gelmiş, herkesi kahvenin önüne çağırıyla..” dedi nefes nefese.
Mart sonu idi. Hava yağdı yağacak bir garip soğuk.  Hükümet komseri toplananların yüzlerine bakmadan Yunanca bir tebligat okudu:

 "Büyük Yunan Krallığı Hükûmetiyle Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükûmeti arasında 1 Ocak 1923 tarihinde vardıkları anlaşmaya istinaden Anadolu'da mukim Rum Ortodoks Nüfus ile buradaki Türk Müslüman nüfus en yakın zamanda mübadele edileceklerdir." Demek istediği, "ilk sefer bu köyden olacak hazırlanın" dermiş adam bu gece yarısı.

Köyde heyecan son haddine varmıştı. Muhtar anladığı kadarını köylüye tekrar anlattı. “Hemşerilerim, hülasası şu bunun: Yanınıza götürebileceklerinizi toplayın, burda tapu, mapu kimlik mimlik, kafa kağıdı mesela, galmasın derler, bizleri Anadolu'ya göndereceklermiş, Selanik Limanından gemiyle  Smyrna’ya derler. Yarın sabah erkenden kayıtlar başlayacak, duyduk, duymadık demeyin ağalar! Burda kalmak isterseniz kayıt olmayın! Öle bi şey yok, herkes gitcek yani. ” Soğukta titriyorlardı şimdi başlayan yağmur daha da titretti köylüleri.

“Len muhtar! Abe bütün mazimizi burda bırakacağız gidersek, gitmezsek de onlar bizden bunları yarın teker, teker alırlar. Bize müsaade etsinler muhtar, bir günde 500  yılımın hesabını kapatabilir miyiz,bilmen?”
Olmadı, olamadı, Hüseyin ve sülalesi ve akrabaları Türkiye’ye kaçamadan, ertesi ay sonunda yağan yağmurdan önlerini görmez halde Selanik’e götürecek kamyonlara doğru yürürken buldular kendilerini. Köyün hemen hemen hepsi, yoldaydılar. Bir kaç ihtiyar gelmek istememişlerdi, onlar için vatan burasıydı. Hüseyin son anda yan komşularının felçli annesini sırtına aldı, kadının itirazlarına rağmen, kadını bağıra çağıra ikna etti: 

“Abe kızların, oğlun seni bırakıp gitmezler , unların hayatlarını burda kalmakla karartacan be. Sen yaşamışsın yaşacanı, onların önünde bir ömür var taa. Diğer kızlan, kocaları va başlarında, sıra diğer köylere sıra gelince, gelir unlarda be.” Büyük kızı ve en küçük kızıyla biraz safça olan 15 yaşındaki oğlu da, annelerinin götürülmekte olduğunu gördüklerinden evlerini bıraktılar.

Üç, dört saat sonra Selanik’te, limandaydılar.  Boş bir antrepoya tıktılar hepsini. Aslında antrepo çok büyüktü ama içeride daha yakından gelen üç dört köy daha vardı, her köy bir kaç sobanın etrafına öbeklenmişler sessiz sedasız, içeride buldukları  sandıkları sobaya atarak bir an için etrafı kızıla boyuyorlardı, biraz sonra soba sönüyor ortalıkta yine ayaz paşa kol geziyordu..
Dedesi genç adamın babasına anlattığına göre bir iki güne kadar gemi gelir dedikleri şilep tam yedi gün görünmemişmiş. Soğuktan çocuklar, bebekler ve yaşlılar hastalanmışlar ve aralarında ölenler olmuşmuş.

"Babacım irametli de cigerlerini üşütmüş u zamanlar, sonradan çok çekerdi kış oldu mu. Erkenden de öldü irametli” diye içini çekti.   

“Komşu feçli kadın da depoda değil ama gemi ambarında mefat etti” demişti babam, ben de hayal meyal atırlarım. Gemiciler gelip ölüyü almak istediklerinde önce bir vaveyla koptu çocuklarından, arkasından bizim köylüler müdahale ettiler gemicilere. Tayfala bırakıp gittile, ocalan dua okuduklarını hatırlıyorum, hayal meyal,  Ardından buldukları bir çarşafa sardılar unu, tayfalar geldiler babam başlarında olmak üzere birkaç da köylü alıp gittile kadıncazı” dedi ve sustu. 

“Hükûmet Selanik’teyken ekmek dışında bir şey vermezdi tayın olarak, gemide de aynı şey olmuş. Erkes gideceği yerde kullanacağını sandığı nevaleyi yeyip bitirir olmuşmuş daha areket etmeden. Limandayken askerlere para verirler, peynir, zeytin vs getirsin diye, onlar da çarşıda ne bulurlarsa satın alıp getirirlermiş, zaten harp sonrası, ekmek bulsan katık yok, peynir bulsan yağ yok.  Bir kısım parayı da ceplerine indirirlermiş tabii. Gemideki  yolculuk fırtınadan ötürü, iki yerine üç buçuk, dört gün sürmüşmüş, kapalı ambarın içinde, kusanladan, sıçanladan baş edememişle, pislik içinde yüzmüşle anlacan.".

“Evdeki hesap çarşıya uymadı be, yarı aç, yarı tok. Az biraz taa uzasaydı yolculuk, u zaman,  epimizin cesedi çıkardı ilimana, derdi irametli babacım” diye bitirdi sözlerini genç adamın babası. Adamcağız çocuk gözlerinde o zaman aklında kalan bir kaç silik anıdan bazılarını ayrıntılı hatırlardı; ambarda geçirdikleri günleri, komşu kadının ölüşünü anlatırdı. En korktuğu olay ise şuymuş:



“Ünce bizi dizdilerdi rıtımın taşlarına übek übek. Biz, anam babamlan nenem, dedem de var, eşyaların üstünde uturduk biraz ama ava suğuk ama ne suğuktu be. Anama iyice sokuldum, o irametli de atkısını bana sardıydı. Bekledik ama ne kadar bilmem, ben hafiften dalgalanmış ve taşları düven dalgaların havaya doğru sıçrayan köpüklerine daldımdı” diye kıyıdan sandallar ve salapuryalarla limandan açıkta bekleyen simsiyah duvar gibi kıpırtısız duran şilebe gidişlerini anlatırdı babası. Yaklaştıklarında nemli ve soğuk bir rüzgârla zaten dalgalı olan denizde, yukarı çıkacak merdivene yanaşırken; “Sandal bi dalıp bi çıkarken ulen bu tekne merdivene bi tosladı aniden, epimiz bi tarafa savrulduk, ben anamın kucağından fırlarkene kadıncaaz beni yakalamış ama yanındaki sepetle çıkını uçup gitmiş denize. O sırada ben de elinden kurtulup sağa sola savrulduğumu, anamın çığlığını iyi hatırlıyom,  Geminin dibine doğru bi daldı bizim teknenin burnu.  Bir an için geminin dibindeki kocabaşlı paslı demir çivileri –perçinleri kastederdi herhalde- ve üzerinden sular akan, güvdeye yapışmış, sümüklü, kara kara midyeleri, koyu yeşilin içinden ışığa çıktıklarını, sonra yine karanlıklara daldıklarını gördüm. Yüzüme denizin köpükleri çarptı bir an, ağzımdan bir çığlık çıktı, tam kayıkla gemi arasına yuvarlanırkene bubam rametli yakalamış beni ensecimden” diye anlatırdı, yaşlı adam.
“Bu gemi karşımızda kara bir duvar gibi kıpırtısız dururken, biz ona kafa attık yani. İki aileydik teknede, üdümüz patladı valla. Onların da urçları yuvarlandı suya. O anda diğer tekneciler yetiştiler çıkardılar suda yüzen o hurç ile bizim sepeti, altından sular aka, aka,  emme annemin çıkını dibe gitti. O günden sonra ölünceye kadar, evin içinde neyi bulamamışsa kadıncaaz; aha mari kız, işte o da benim çıkınımın içindeydi’ diye hayıflanırdı, zavallı” derdi.
“O gün limandaki o kargaşa, o kalabalık, o gövü karartmış bacalardan çıkan kömür dumanlarını ve genzimi yakan o kömür isini bir de geminin dibine yapışmış siya midyeleri hiç unutmam, ne zaman kavede o zamandan konu açılır anlattırırlar,  bu is kokusu, kara, kara midyeler ve kapkara gemi gövdesi gelir oturur aklımın bi köşesine be” derdi yaşlı adam, ardından da gözlerini kurulardı.
Bu ilk tekneyle bin yüz insancık Urla açıklarında demir attılar, mavnalar yanaştı şilebin etrafına, başlarında bir çatana, içinde birkaç subay ve deniz uşakları, olmak üzere sallar sıralı, parti parti gemiden aldılar insancıkları, yanlarında neyi kurtarıp getirdilerse geçmişlerinden kalan onları da, sıhhi muayene için karantina adasına çıkardılar. “Beş gün misafirlikten sonra gruplar halinde dağıttılar bizleri. O geminin ambarında sallantılar içinde kusa kusa 'bi ta karayı görecek miyiz' diye korkuyla düşünüp sesimiz çıkmazken karada insancıklar gün aşırı iç yüzünden kavga ederlerdi. Tee büledir bu insanlar, elde yok avuçta yok, yarın n’olacak bilmezler, hela kuyruğunda sıralarını kaptırmamak için aslan olurlar.  Çocuktum, üle seyrederdim ben. Çok geçmedi dağıtım başladı. Dağıtımda bizim köyü toplu halde İzmir’e yolladılar komşu köyleri de Manisa’ya”
“İzmir’e vardıklarında, dedem ve babam Üseyin efendi, sonradan gözleri yaşararak anlattırmıştır bana; “Selanik benzeri bir şehir, ama yarısı yanmış, kararmıştı be. Er tarafta yanık kokardı alâ, bizi bir  sarı kışla vardı u vakitler bir derenin kenarında, urda misafir ettiler tam beş afta kaldık urda.. Kış içinde sobasız,  pencereler kırık, bazıları camsız kovuşlardı... Abe  arptır bu, yanık kokusu, barut kokusu ve açlık  olmadan arp mi olur oğul? Alla şükür iderdik ki bizi sa salim buralara getirdiler diye” dedi genç adamın babası. “Sonra da dediler; sizi şimdi Kirkince küyüne gönderceez, eski bir rum köyü. At arabalarına yüklediler bütün kövlüyü, tıngır mıngır buralara geldik be. O sırada anam babam kendi kövlerini atırlayıp ağlarlardı, te bu gözlerle gürdüm” dedi ve sustu.

***

“Hüseyin, Hüseyin” diye sesleniyordu birileri. Hüseyin durdu biraz daha dinledi, kendini mi çağırıyorlardı,  yoksa dedesini mi?  Yataktan yavaşça kalktı, karanlıkta etrafına baktı, ama sadece karanlık, zifiri karanlık, ürperdi, sessizlik tüylerini diken diken etti. Etrafta sesizlikten başka bir anormallik yoktu, ne nefes alan ne horlayan duyuluyordu, sade sessizlik. Genç adam üstündeki çarşafı başına kadar çekti yeniden uzandı sedire. Çarşafın altından bir parça ışığın yayıldığını farkedince, babasının helâya kaktığını sanıp çarşafı yavaşça başından çekince kendisine uzanan çocuk ellerini ve o nakaratı yeniden duydu; “Lütfen kurtar bizi duvarın içinden, lütfen” alaca karanlıkta eller ışıklar içinde sallanıyordu genç adama doğru. O korkuyla çarşafı başına çekip,  “Gidin başımdan ulen” diye bağırabildi. Gözlerini sıkı sıkıya kapatarak kulaklarını da tıkadı. Korkmasına rağmen yaşadıklarının uykuda olduğunu, uyandığında hiç bir şey kalmayacağına kendini inandırmaya çalışıyordu genç adam. Bağırdı ama ne bağırmak, Gırtlağından çıkan bu acaip ses Onu da uyandırdı.


II. Bölüm sonu

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder