Bir Resmin Anatomisi V

BİR RESMİN ANATOMİSİ

BÖLÜM V
        Lozan[1]’da Anlaşma imzasından önce TBMM Hükûmetiyle  ve Yunanlılar arasında zorunlu mübadele anlaşması imzalandığı   duyulur duyulmaz Kirkince’de kalmış olan köylülerin yüreğine bir sızı düşmüştü ki anlatılır gibi değildi, artık yeni bir dönem başlıyordu.
 
            Aslında köydekilerin büyük bir kısmı, daha on ay önce, 1922’nin Eylül ayı başında Yunan ordusunun  bozgununun  duyulmasından sonra “Türkler buraya geliyor” diyerek kendilerini kıyılardan kalkan balıkçı teknelerine atarak Sakız adasına çıkmışlardı. Tevekkülle Hıristos’un kendilerini koruyacağına inananlarsa, başta papaz Yorgo ve kahveci Barba ve bazı ihtiyarlar olmak üzere köyde kalmayı tercih etmişlerdi. “Biz burada doğduk, yaşadık ve ölene kadar burada kalacağız” diyenler o bozgun ve korku günlerinde sakin kalmaya çalışmışlardı, ama aynı ailenin içinde bile değişik düşünenler, çoluk çocuk telaş içinde, balıkçı teknelerine yollanmışlardı. Daha askerler çevrede görünmemişken civar köy ve kasabaların yarısı  boşalmış, daha iç bölgelerden kaçan gayri müslümler dağ yollarını doldurmuşlardı.   
                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                
        Kirkinci’de bir kısım köylü gitmesinden sonra, Yorgo geride kalanları kiliseye toplayarak bir dua ayini düzenlemişti. Hristos’un kanatlarının onlar için koruyucu olacağını, Onun sayesinde  bu günlerin de gelip geçeceğini, inananların imanlarını sınamalarının tam zamanı olduğunu telkin edip durmuş o gün.   Bunları söylerken kendi içinde de bir sızıdır başlamıştı. Daha önce üç sene kullandıkları Yunan flama ve bayraklarını aceleyle toplattı, kutsal emanetler sandığının içine attı, geleceklerin ilk bakışta dikkatlerini çekebilecek ne varsa toparlayıp ortadan kaldırdı. Bağış sandığını, gerçi içinde de pek bir şey yoktu ama "İlk bakacakları yer burası olabilir dedi Yorgo ve boşalttı. Bazılarını eve götürüp yaktı. Yunan kuvvetlerinin Anadolu’yu kurtarmaya geldiği  Nisan 1919 da, o bayram yaptıkları günlerde, köye gelen bir manga öncü Yunan askerinin başındaki subay saygıyla gelip elini öpmüştü Yorgo’nun.

        “Bize güveniniz, papaz efendi beş  yüz yıllık esaret döneminiz sona erdi. Yakında bütün kadim Yunan yurdunu kurtarmış olacağız” derken askerlerden birinin daha sonra gelip bağış sandığını boşaltmış olduğu da aklına geldi papaz  Yorgo'nun.  Megalo Idea’ya yardım kabilinden. Aklında kaldığı kadar yedi ceddine rahmet okumuştu o hırsızın. Şimdi gelenlerin ne yapacaklarını kim bilebilirdi? 
        "Göklerdeki babamız  senden bizi bağışlamanı ve  bizlere yardım etmeni dileriz. Bizleri bu topraklardan ayırma... Amin. " dedi yüksek sesle.


        Eylül’ün 10unda, yani Smyrna’nın kaybedilmesinden bir gün sonra idi; kasabaya indiğinde ortalığın nasıl karmaşa ve kargaşa içinde olduğunu gördü Yorgo. Aslında sahillerden büyük mavnalarla Rum ahalinin bir kısmının en yakın Samos'a gittiklerini öğrendi ama diğer gayri müslim esnaf yani mallarının bırakamayanlar çarşıda toplanmış, açmadıkları dükkânlarının önünde bekleşiyorlar, yoldan geçen insan selini endişeyle seyrediyorlardı. Atlar, arabalar, yaşlısı, genci, çocukları hepsi hareket halindeydi, Türklerin çoğunluğu evlerine kapanmışlar, elleri tetikte, bu kargaşa ve heyecanın geçmesini bekliyorlardı. Bazı müslüman esnaf da aynen rumlar gibi dükkânlarının tahrip olma ihtimaline karşı uyanık davranıyorlardı. 
 
        Kağnı bulan kağnılara, yaylı bulan yaylılara, aceleyle neleri toparlamışlarsa onları, çoluğu çocuğu toplayıp Pamucak sahillerine gitmeye çalışıyorlardı. Yorgo; sonradan “Kıyamet günüydü etraf” diye niteledi durumu. Eşeği yedeğinde, güçlükle yol bulup tanıdığı dükkân sahiplerine doğru yanaştı. Papaz giysileri içindeki Yorgo’yu fark etmiyorlardı bile. Heyecan içinde herkes bir şey anlatıyor, her kafadan bir ses çıkıyordu. Smyrna’nın bir gün önce düştüğünü Mustafa Kemal Paşanın bir geçit töreniyle şehre girip kordonda dolaştığını işitti. Kimileri, Smyrna’nın içinde yangınlar çıktığını ve hâlâ yanmakta olduğunu anlatıyorlardı. Manifaturacı Hacı Salih efendi“Sabah posta müdürü mösyö Martin söyledi, telegram gelmiş Tirye’den; Smyrna’da bir çok yerde yangın çıkmışmış, söndürmeye giden tulumbacılara silah sıkmışlar, tulumbalarını kurşunlamışlar, onlar da tulumbalarını bırakıp kaçmışlarmış halâ yanıyormuş” diyordu.  

        “Kesin Türkler yakmışlardır” dedi birileri. “Kaçan Yunan askerleri Rum köylerine sığınıyorlarmış, saklanmak için. Bazı kaçaklar ise, boşalmış Türk köylerini ve kasabaları ateşe veriyor öyle kaçıyorlarmış” deniyordu. Meslektaşı Mikail “Menemen civarındaki bütün köyleri yakmışlardır be. Askerler buraya gelirse muhakkak bir intikam alırlar” diye anlatıyordu. Son kötü haber de Yunan karakolunun evvelki akşam Kasabayı terk etmiş olmasıydı.   
        
        Duydukları Yorgo’ya yetti de arttı bile “Smyrna elden gittiyse, bizim buralarda da bir felâket beklenir yakında” dedi ve telaşla eşeğine bindi, köye dönmek üzere yola çıktı. “Gerçekten kıyamet kopuyor burada” dedi kendi kendine. Kasabadan çıktığında kafası karma karışık, köyde kalanları nasıl avutacağını düşünüyordu. Her şeyi anlatmamaya karar verdi. “Ne olur ki, panik yaratmaktan başka”
 
    Ayakları yere değe değe eşeğinin sırtına  oturmuş siyah cübbeli bir papaz zeytinliklerin arasındaki yoldan sakin sakin gidiyordu. Gördüklerini, duyduklarını bir kenara bırakıp kendini yola verdi, çevreyi seyre daldı.  Etraf sakin güzel bir sonbahar günüydü, ne kurdun ne de kuşun olan bitenden haberi vardı. Varsa bile  ne bir korku vardı, ne bir telaş. Birbirini yiyenler sadece insanlardı. Aslında dildi, dindi, ırktı, menfaatti birbirine giren, insanları kışkırtan. Smyrna'da kıyamet kopuyordur, ya da kopmuştur da bitmiş olabilir.

        "Şimdi Vasili nerde acaba? Umarım çoktan Mora'ya atmıştır kendini..."
 
        Bu düşüncelerdeyken bir ses “Sana diyorum! Dursana be adam!” diye bağırdı ve ardından bir tüfek patladı. Yorgo sıçradı eşekten düşer gibi oldu ama yere değen ayaklarının üstünde doğruldu. Bir eşek ortada, siyah cüppeli bir papaz ki eşekten bir numara daha büyük onun yanında şaşkın şaşkın dikiliyorken üç terli atlı süvari etrafında ve birinin dumanı tüten mavzeri elinde. Yorgo yerinden sıçradı eşeğini durdurdu. "Kasabaya giren taburun öncüleri olan süvariler olmalılar" diye düşündü Yorgo. İkisinin ellerinde kılıçları omuzlarında çapraz asılmış mavzer ve fişekleri, üstleri başları lime, lime, toz, toprak ve kurumuş kan lekeleri içinde, dik dik ona bakıyorlardı. Türk askeri oldukları  başlıklarındaki ay yıldızdan anlaşılıyordu. Başlarındaki orta yaşlı adam ki komutan o olmalıydı, tekrar sordu:
 
            “Neredensin sen papaz efendi? Hangi köyden?” Yorgo heyecanlandı ama sakin sakin cevapladı.

            “Şimdi köyde kaç hanesiniz? Kaç kişi kaldı? Palikarya var mı? Kaç kişi?” Yorgo aniden gelen bu sorular karşısında tereddüt etti. Komutan:

            “Bunlara doğru cevap ver, delirtme! Kitabınızın hak olduğuna bakmam, bilesin, alırım kelleni” diye bağırdı.

            “Köyün yarısı boşaldı, gittiler...”  dedi Yorgo kekeleyerek.  Ortadaki eşek de başını salladı, gürültüyle esnedi. Onun mahzun bakan gözlerine bir an için takılan papaz efendi içinden "Dünya dönmeye devam ediyor, tabiat umursamıyor insanların arasındaki hesaplaşmaya. Hepiciyi yaşamaya bakar be, er günkü gibi..." dedi içinden. ilk andaki korkusu gider gibi oldu ama hâlâ endişeli gözlerle askerlere bakıyordu.

            “Düş önümüze, köye gideriz.” Yorgo telaşla eşeğine bindi ve hızla sürmeye çalıştı. 

            Bir yada bir buçuk saat sonra Taş Mektebin önüne vardıklarında, okulun giriş kapısında orada çalışan yaşlı bir hizmetli göründü, Okul boştu. bu küçük müfreze komutanı bağırarak onu çağırdı. O sırada kahveci Barba ocaktan çıktı, komutan ona da seslendi.  Onu da aldılar yanlarına. Yorgo’yu askerlerin ortasında görünce Barba’nın beti benzi uçtu gitmişti. elleri havada onun yüzüne bakıp ne olup bittiğini anlamaya çalışırken komutan Yorgo’ya döndü:

             “Allah nasip etti sizinkileri Afyon’dan beri kovaladık” dedi.

            “Arkalarından biz atlarla yetişemedik” dedi askerlerden biri gülerekten.

            “Ne güzel sizin köy dokunulmamış, Allah'ınıza şükredin be!... Son bir haftadır yakılmış, yıkılmış köylerden geçtik, ağlayan inleyen analar, dedeler, acından ağlayan çocuklar, süngülenmiş sığırlar, cesetler atılmış kuyular gördük, yüreğimiz iyicene taşlaştı, yarı yanmış ceset görünce artık kılımız bile kıpırdamıyor” dedi komutan. 

            “Şimdi çağır köyde kalanları buraya.. Yalan söyleyenin kellesini alırım bilmiş ol papaz efendi!” diye kılıcını salladı. “Sakladıklarınız veya besledikleriniz varsa çıkarın ortaya! Vatan haini olmayın, vatan hainliğinin cezası ölümdür!” diye bütün gücüyle bağırdı. Köyde kalanları toparladılar, aynı konuşmayı Yorgo köylüye Rumca tekrarladı. Ahali son sözleri işitince korktu.. İki Asker  Papaz ve okuldan birini yanlarına alarak köydeki evleri, ahırları teker, teker aradılar, ama hiçbir olumsuz durumla karşılaşmadılar ve kaçıp buraya sığınmış Yunan askeri bulamadılar. Gevşeyen askerler kahvenin önündeki çeşmeden atlarını ve kendilerini suladılar. Oyalanmadan geldikleri gibi ayrıldılar köyden, biraz aşağı inince atlarını tırısa kaldırdılar. Köylüler şaşkın şaşkın süvarilerin arkalarından baka kaldılar. Sırasıdır diyerek Yorgo herkesi kiliseye çağırdı, çanı çalarak. Evlerine dönmeden önce onlarla son durumları anlatmak ve sükûnet tavsiye etmek istedi. Ama heyecandan sözlerini çoğu kişi anlamadı bile, kendi aralarında konuşuyorlardı.

            “Hiçbir yere gitmiyoruz şunu kafanıza sokunuz ulen...” diye gürledi Yorgo,

             “Biz Levanten değiliz,  gelip geçici, alıp satıcı, zoru görünce, bırakıp kaçıcı tüccar tayfası değiliz biz. Bu toprakların çocuklarıyız. Biz bu topraklarda ellerimizle, dişimiz tırnağımızla Tanrının bahşettiklerini üretir, lütfettikleriyle, kısmetimizle yaşarız. Biz bu toprakların çocuklarıyız. Burası bizim de vatanımız, biz öyle bilir, öyle yaşarız... Bunu unutmayın ulen”  gözlerini devire devire konuşuyordu, sustu. Mihraba döndü dua okumaya başladı.

             Dua bitince içeride dua edenlere döndü; “Hade, şimdi işinizin başına dönün, ne olacaksa o olacak, Kaderimizdir çekeriz ama köyü bırakıp gitmeyiz. Hristos imanı güçlü olanları koruyacaktır” diye sakin sakin konuştu.  

            Yorgo kilisenin yanındaki papaz evine döndü, kapıdan girince küçük tahta bavulu oda kapısının yanında yerde onu beklemekteydi. “Gün  gelir anlaşma yaparlar: Oradaki Türkleri buraya yollarlar, bizi de oraya” diye mırıldandı, “Ama ben buralıyım, ben Yunan değilim ki...”
 
            “Hey Tanrım, işleri bu kadar çetrefil hale getirdikten sonra insanların çözmesini mi beklersin? Büyük Aleko kördüğümü nasıl çözdü, gördün? Adam çılgın, taa Hindistan’a kadar gitmiş, ülkeleri zaptetmiş, kan, gözyaşı sel olmuş akmış ardı sıra. Sonra n’olmuş? Hiç bi şey. Bu adamın önüne düğüm koymuşlar çöz demişler, kılıçla, kanla çözmüş, ne beklerdin ya!” dedi, durdu, yutkundu

            “Al gülüm, ver gülüm yapacaklar. Sormayacaklar ki sen bu toprakları mı istersin diye... O güller bu topraklarda açar mı diye bakmayacaklar ki... İşler buraya geldi mi, sen... sen ortada yoksun” dedi ve tövbeler çekti Yorgo. Aniden Vasili geldi aklına, baba yüreği ne de olsa, O aklına düşüverdi bu sıkıntılı ve müşkül zamanda.
 
            Aradan ne kadar zaman geçtiğinin farkında değildi Yorgo, Vasili’nin evinde mihrabın önünde diz çökmüş durumda buldu kendini. Önünde ince bir mum yanarken gözlerini kapatıp kendi dünyasına daldı Yorgo; “Ey koca Tanrım sana her şey malûmdur, bilirim. Bana bir haber ver, sağ midir, sağlam midir? Nerdedir?  O gençtir, gençliğine güvenir isyan eder, Onu bağışla”  diye ellerini açıp dua etti. “Gideli on seneden fazladır oldu” diye düşündü. “Sağ olsaydı bana bir haberi gelirdi.” Kara gözlerinde yaşlar tomurcuklandı. “Her şey kaderdir, kaderin dışında bir şey olmuyor. Sana her şey malûm, ama bana da soyle lutfen ” dedi. Bir haç çıkardı ve diz çöktüğü yerden başını kaldırıp mihraptaki resme baktı. İrkildi, ürpererek geriye kaykıldı biraz. Resimdeki genç kadının göz pınarlarında da yaşlar parıldıyordu mumun ışığında. Vasili’nin karısı Marika, al bizi de götür dercesine Yorgo’nun gözlerinin içine bakıyordu. Papaz genç Marika’nın o anda canlandı da  mihraptan çıkacağını sandı. Elinden tuttuğu küçük çocuk da yalvaran gözlerini dedesine çevirmişti. Yorgo artık dayanamadı, koca adam kendini koyverdi mihrabın önünde. “Affet beni yüce Tanrım, affet, ardımızda neler bırakacaz” diyebildi.

            Ağlama sağanağı durulunca kendi kendine mırıldandı; “Bütün bunları ardımda bırakacak gideceyim, uzaklara... Onlar burda kalacaklardır. N’olacak bu gariplerin hali?” diye karamsar düşünceler yine bastı üstüne, başı ağrımaya başladı. “Mihrabı olduğu gibi söksem yanımda götürebilir miyim?”  Karamsar düşünceler yine ağır basmıştı. Masanın üstünden ıspatulayı eline aldı, bir süre tereddütle elindeki alete baktı. Yapması gerektiğine karar verdi, mihraba yaklaştı. Sövenin duvarla birleştiği yere önce hafifçe, sonra kuvvetle zorlayarak sürttü ince bir çentik oluştu hemen ve ıspatula sövenin arkasına girer gibi oldu. 

            O anda Yorgo gözlerini korkuyla açtı, sövenin altından üstüne doğru ince bir çatlak bir anda Yorgo’nun gözlerinin içine bakarak, adeta alay edercesine, yürüdü gitti. Spatulayı korkuyla bulunduğu yerden çekti, yere attı. O şımarık çatlak daha fazla büyümedi alçı içindeki kendir lifleri dağılıp düşmesini engelledi sövenin, ama artık daha fazlası gerekirdi eskisi gibi olması için. Yorgo endişeli bir şekilde geri çekildi. Bir darbede sövenin dağılacağını, onunla beraber bütün hatıraların da dağılacağını düşündü. Bu kendi eliyle mihrabı tahrip edeceği anlamına geliyordu. Bu Mihrap köyde bir sırdı aslında. Yıllar önce emek verip yapan Andon,  mihrabı  sevgisi ile resimleyen Vasili ve onları teşvik eden, dualar eden Papaz Yorgo dışında kimsenin haberi yoktu böyle bir sanat eserinden diye aklına geldi Yorgo’nun, şimdi  eliyle  yok mu edecekti? Peki, ya geriye kalırsa başına ne gelirdi? Gözünün önüne eski Bizans kiliselerindeki resimlerin akıbetleri geldi, içi sızladı. “Belki onu yok etmek daha iyi” diye düşünürken,  Resimdeki genç kadının gözlerinde yaşlar beliriyor gibi geldi Yorgo’ya. Papaz ürkerek bakmaya devam etti gelininin yüzüne, kirpikleri titriyor, göz pınarlarında pırıltılar peyda oluyordu. Korktu. Mihrabın üstüne bir örtü çekti ve evden dışarıya attı kendini. Mihrabı tahrip etme düşüncesi onları öldürmek demekti. Yapamazdı. Geleceğe mektup yazma fikri  geldi aklına. Papaz evine varınca masanın başına oturdu, bir kağıt ve kalemle meçhule doğru seslenmeye başladı.  Genç Hüseyin bunları hatırlıyordu, ama karabasan deyip uyanınca gerisini de görme fırsatı bulamamıştı.                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                 Bu resmi ilk gördükleri günü hatırladı, Yorgo, Vasili perişan bir halde, yağmur altında, sallana, sallana Okul inşaatına geldiği  1906 Aralık ayının son gününü. Barba’nın masasına düşercesine oturduğunda, papaz telaşla yanına gitmişti, yine zil zurna sarhoş diye ama değildi. Güçlükle  konuşuyorken resmi bitirdiğini anladılar. Biraz sonra üçü de mihrabın önündeydiler, Vasili örtüyü açtı, Yorgo’nun da Andon’nun da ağızlarından “hı?!” sesi çıktı. Konuşmadılar, konuşamadılar bir süre.. Karşılarında ölen gelin kızın  canlanmış hayali, gelinliği içinde onlara bakmaktaydı. Sıkıntıyla, elinden tuttuğu çocuğu tanıyamadılar. Saçları kıvır kıvır dalgalı, buğday benizli bir çocuk, ne elinden tuttuğu kadına ne de Vasili’ye benziyordu. Andon ve Yorgo dönüp Vasili’ye baktılar, genç adam eline aldığı şarap testisini kaldırıp birkaç yudum aldı.

            “Bana bakmayın. Ona sorun. Ben sordum” dedi öfkeyle.

            “Bana benzemeyen bir kız, hem de sütçü Niko’dan”. Ortalık buz gibi oldu. Yorgo hiddetle oğluna baktı. “Ben Ona cezayı kestim baba. Sonsuza kadar ayıbını yanında taşıyacak!”  dedi Vasili.

            “Ama bu yaptığım ona haksızlık” dedi ve hıçkırıklara boğuldu genç adam.   

            Önceki akşamların birinde yanan mum ve kandillerin ışığında Vasili kompozisyonda karısının resmini neredeyse tamamlama safhasına gelmişti. Kompozisyonun her yanında renkler birer birer gövermeye başlamıştı, açıktan koyuya doğru. Bu arada çocuğun yüz hatlarını da ufak dokunuşlarla belirlemişken tereddüt edip kenara çekildi. Bir portrede en çok sevdiği noktaya geliyordu. Kaşlar  ve gözlerin yerlerini alması, ona bağlı olarak burnunun da belirmesi gerekiyordu. Elindeki fırçayı değiştirdi, eline aldığı fırçayı oksit sarı ile doldurup, çok az siyaha dokundu, karıştırdı, karıştırdı. Sarı yeşile dönmeye başladı ardından tekrar oksit sarı hakimiyetine dönerken, nar kırmızısına dokundu, karıştırmaya devam etti. yettiğine karar verince  kompozisyondaki oğlan çocuğunun yüzüne hafifçe dokundu. İçinden boyamak gelmiyordu, geriye çekilip bekledi.

            “Birşey sorabilir miyim? Oğlumuz bana mı benziyor Marika?” Mihrapta canlanmış olan karısının yüzüne bakıyordu. Bekledi, bekledi. Ama bugün cevap alamıyordu.

            “Bana mı, sana mı benziyor, söyler misin?” diye tekrarladı.

            Gözlerinde hüzün vardı Marika’nın. Vasili dikkatle bakınca göz kapaklarıyla kirpiklerinin titrediğini fark etti. “Söylemeyecek misin?” Ela gözlerindeki parlaklığı, canlılığı, pencereden gelen ışığı bile resme ilave edebilmişti genç adam, kirpikleri ve kaşları tel tel sayılıyor, rüzgarın saçlarında gezindiğini hissedebiliyordunuz genç kadının. Kirpikleri yine titredi. Vasili elindeki fırçaları ve paletini masanın üstüne bıraktı, bahçeye çıktı. Kapının yanındaki kerevete kendini attı, iyice uzandı. Kolay değildi, tam yirmi dört saattir çalışıyordu. Akşamın karanlığı ovadan sonra tepelere çökmüş köye melankoli getirmişti. Bugün neler yaptığını düşünmeye çalıştı. Akşamın serinliği üzerine yapıştı, titrer gibi oldu. Testiyi kendine çekti. Testiden bir yudum aldı mı, almadı mı, sızdı kaldı uykunun kollarında... Son hatırladığı bu oldu.
 
            Ne olmuştu da cevabını alamamıştı. Cevabını bulamamıştı genç adam. Resmin her türlü ayrıntılarını her gün değişen duygular içinde tamamlamaya devam ediyordu. Tabii değişen duygular ile resmin kompozisyonunda da ufak tefek değişiklikler olurken, en çok ta renklere ve renklerin tonlarını etkiliyordu. Hüzün bütün bu değişikliklerde dalga dalga hakim oluyordu ortama. Sonra sarhoşluğun yüze vuran neşesi, ya da derinlerden yüze çıkan melankolisi..

            “Neden bu soruyu cevaplamazsın Marika?” diye düşündü ilk günlerde bir süre. Önceleri bu suskunluğu ve hüznü yaşamış oldukları trajediye yormaya başlamıştı Vasili. Çocuğunu doğurup kucağına alamadan ölmesine ve bu mutluluğu yaşayamamış olmasına bağladı. “Aslında oğlumuzun bizden birine benzemesi hiç önemli değildi, bana ya da babama veya baban Çoban Vitali’ye. Ne değişirdi ki. Şimdi toprağa karışan oğlumu kucağıma alamamış olmam yeteri kadar acı veriyor bana. Ona da vermiş olmalı...Ertesi gün aniden “Oğlan değil miydi... acaba?”  sorusu kafasına takıldı.  Mihrabın karşısına geçti ertesi sabah:
 
            “Günümüz aydın olsun kadınım. Söyler misin Marika, evladımız kız mıydı? Onun için mi benden saklarsın bunu?” diye konuştu resimdeki kadınla.
 
            Mihraptaki hayal gözlerini yavaşça kapatıp açtı gibi geldi Vasili’ye. Birden kafasındaki denklem çözüldü, yerini şaşkınlık aldı. Genç adam biraz da kendinden utandı. Kadına ne kadar çok manevi baskı yaptığını şimdi anlıyordu. “Ben oğlan çocuğu olsun istiyorum. Sen ne dersin?”  deyip nefes dahi aldırmadan “Oğlan olmalı ki Stavros soyunu sürdürsün, öyle değil mi?” diye konuşurdum. Ona her fırsatta:
 
            “Benim oğlum adımızı yaşatacak” derdim diye düşündü.
 
            “Vay benim kalın kafam vay” demeye başladı. İşte şimdi karısına karşı mahcup olmuştu, ama elindeki fırçanın iradesi dışında çizdiği hatlara baktı, baktı, birden neşelendi aniden.
 
            “Sana benzeyen bir kız, ama kıvırcık saçlı.”

            Mihraba baktı çocuğun çizgileri annesini andırıyordu. “Pekâlâ olabilir” dedi içinden. Ama çok geçmeden karısının sıkkın hali Ona da geçti. Ne oluyordu da onu sıkıyordu, boğazına sarılmış görünmez eller...
     
            “Bunu sormaktan utanıyorum ama sen neden o zehiri içtiğini bana söyler misin, haa Marikam?” Bunu ilk defa  dile getiriyordu Vasili. Hastaneye vardıklarında vücudun zehirlenmesi dışında bebek anne karnında ölmüş ve yavaş yavaş anneyi de yanında götürüyordu.
 
            “Neden? Kendine zarar vermekle kalmadın, çocuğumuzu da...  zehirlediğini anlamadın mı? Ona neden kıydın?” dedi ve  birden sustu. Birden kafasının içinde bir kandil yanar gibi oldu. Zavallı bebek asıl hedef olabilir miydi? O anda bir şüphe tohumu düştü Vasili’nin aklına; Marika’nın asıl öldürmek istediğinin  karnındaki bebek olma gerçeği içini kavurmaya başladı.                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                   
            Ayakları taşıyamadı Vasili’yi,  yere diz çöktü Mihrabın önünde, karısına ve bağlara doğru bakmaya başladı, daldı gitti biraz sonra. Bağların içinde korku ve panikle kaçan bir kadın ile devrilen bir el arabası ve kovalayan bir karaltı görür gibi oldu. Karaltı kadını yakaladı asmaların arasında kayboldular. Vasili olduğu yerde ter içinde kaldığını hissetti. O sırada kadını tekrar adeta sürünerek geriye kaçarken görebildi. Şahit olduğu bir tecavüzdü, yüzüne kara çalacak, kendini alçaltacak bir leke. Karaltılar şekillenmeye başladı, Pişkinlikle giden adamı, ardından sürünerek çıkan Marika’yı tanıyabildi. O anda sıkıntıyla bağırmaya başladı Vasili. Yerden kalkıp bahçeye fırladı, ellerini göğe kaldırdı, yalvardı, yakardı, yumruklarını başına vurdu ama kara mı kara bir örümcek ağını örüyordu çevrelerinde ve de düzeltmek  elde değildi Marika ve Vasili için. İçindeki sıkıntı ve acıyı adeta ulurcasına ağlayarak atmaya çalıştı genç adam.

            Kendine geldiğinde kendini yerde otururken salya sümüklerinin birbirine karışmış halde buldu, yağmurlu bir sabaha bir karabasanla uyanıyordu Vasili. Kafasında hayallerin çığlıkları halâ yankılanırken içeri girdi. Her şey gözüne boz bulanık görünüyordu. Üzülmekten ziyade intikam duygusu geldi oturdu yüreğine. Öksürük fırtınası, gözyaşı sağanağı, ne yaptığını, ne yapacağını bilmez halde evin içinde bir sağa, bir sola koşuşturdu bir zaman  ve mihraba döndü, aceleyle çocuğu boyamaya devam etti. Gece vakti ne kadar çalıştığını hatırlamıyordu, sonunda elindeki paleti ve fırçayı masaya bıraktı. Uzunca bir süre çocuğu seyretti ve ardından yatağına uzandı. Sabah öğlene doğru uyanıp, testisindeki şarabı bitirdi ve sokağa fırladı. Hava puslu ve hafif çiselerken inşaata koşar adım indi ve babasıyla Andon’a işte o gün resmini bitirdiğini haber verdi.

            Yeni yılın ikinci haftasında, sütçü Niko Selçuk’a giden yolun en sarp yerinde eşeğiyle beraber uçuruma yuvarlanmış halde bulundu.  Kasabaya giden sütçü iki gün sonra dönmeyince, başta Yorgo olmak üzere bütün köylüler aramaya çıktıklarında parçalanmış cesedine ulaşmışlardı. Niko’nun da eşeğinin de yarısı kurtlar tarafından yenilmişti. Zaptiyeler ve köy halkı ancak aşağı dereye yuvarlanmış süt güğümlerinden Niko olduğuna kesin karar vermişlerdi. Kazadan bir Arnavut  Müddeiumumi (Savcı) ve bir hekim zaptiyelerle beraber geldiler, olay yerini incelediler, kalan vücut parçaları üzerinde hekim bir hayli zaman incelemede bulundu: “Çamurdan eşeğin ayağı kaymış ve düşerken adam başını bir taşa çarpıp kendinden geçtikten sonra kurtlar tarafından yaralıyken yenmiş olmalı. uçurumun dibindeki izler bunu destekliyor” dendi. Bir tutanak tutuldu. 

            Adamdan kalan parçaları toplayıp Papaz Yorgo idaresinde bir tören yaparak toprağa verdiler. Perişan olan karısı ve iki küçük çocuğu, bu törenden sonra köyü terkedip komşu köydeki baba evine döndüler. Vasili bütün bunlara şahit oldu, cenaze törenine başı önde katıldı. Bu ölüm  onu sakinleştirmedi ama bu dünyada ölümden daha büyük bir intikam yoktu ki. Hepsi buydu Vasili için. İçine kıskançlık duyguları filizlendi bir süre sonra. O şimdi orada Marika’nın yanındaydı. Aradan altı ay geçtikten sonra köyü terk edip, sessiz sedasız kayboldu genç adam, bir daha da gören olmadı.




[1] Lozan Antlaşması; 24 Temmuz 1923

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder