Bir Resmin Anatomisi III

BİR RESMİN ANATOMİSİ

BÖLÜM III

Şirince'de Taş Mektep Restoran
            Andon ustayla kardeşi Pantelis  köye geldiklerinin ertesi günü Papaz Yorgo ile İzmir’e doğru yola çıktılar, ve altıncı günü akşamı Yorgo tek başına döndü.

            Andon ustalar üç, dört hafta sonra tekrar yorgun argın köye döndüklerinde, ilk gelişlerinde olduğu gibi bizim genç adam yine onların dönüşlerine rüyasında şahit oluyordu.
            Kahvenin karşısındaki arsanın bir ucunda durdular, iki kardeş, arsanın yerleşimini tartıştılar kendi aralarında. Nispeten düz bir araziydi. Kabaca nereye nelerin yerleşmesi gereğini konuştular, Yorgo’nun istediği yere binanın yerleşip yerleşmeyeceğine adımlarıyla bir sağlama yapmaya çalıştı Andon sonra vazgeçti. “Akşamın ayrından sabahın şerri evladır, Pantelis. Aydi arşınlamayı sabaha bırakalım” diye sesledi.

            Ertesi gün olmuş güya adamlar, ölçmüş biçmişler yerli yerine oturtmuşlardı her şeyi, tabii rüya bu.. Bizim genç adam yine kahvenin masasında oturmuş onları seyrediyordu.

            Ustalar yakındaki kazadan buldukları iki, üç ameleyle  beraber bir kireç kuyusu kazıyorlardı ki Andon’un satın aldığı kireç taşlarını bir deve kervanı çanlarını çala çala getirip arsanın boş bir yerine indirdi. Andon şöyle bir baktı, deveciye aynı miktar daha getirmesini söyledi parasını verirken. Deveci ve iki adamı daha ertesi gün yine itinayla seçilmiş kireç kayalarını kervanıyla getirdi aynı yere yıktı yüklerini. Andon ve bir arnavut işçi ellerindeki balyozlarla bazı büyük parçaları ufaladılar.

            Kahvede oturan genç adam, Andon’nun kahvenin yanındaki çeşmenin yalağına ketenden örrülmüş dört parmaklık bir hortum attığını gördü. Ucunda eski bir tulumbacı sandığı ve öbür başından da kireç kuyusuna kadar yine uzunca bir hortum ve marpuc bağlamışlardı. Tulumbayı kol gücüyle ıhlaya tıslaya çalıştırdı Andon usta. Kireç kuyusu yakınına çektiği dört adet fıçıya daldırdılar hortumu. O ve bir amelesi tulumbanın iki başındaki kollara yapışıp,  hoplaya zıplaya yalaktaki suyu emerek fıçılara basmaya başladılar. Hortumlar önce hava taşıdı, sonra hortumdaki hava baloncukları su balonlarına biraz sonra da muntazam akan suya döndü. Fıçılar on dakika içinde doldular. Biraz sonra Pantelis koca fıçılardaki suları, içine kireç taşları atılmış kuyunun içine itinayla döktü. Bir cozlama sesiyle kuyunun çevresi bu zehirli buharla göz gözü görmez oldu. Kuyudaki kireçten çatlama ve çıtlama sesleri yükseldi uzunca bir süre. Etrafa bir sıcaklık yayıldı. Kahvedekiler yerlerinden kalkıp uzaklaştılar. O sırada orada peydahlanan Yorgo dalgın gözlerle sarımsı beyaz bulutcuklara baktı bir süre sonra ustalara seslendi:

            ”Hade be buyrun gelin birer demli çayı hakettiniz be” Biraz sonra Andon ve Pantelis rüyadan kayboldular, şehre gitmişler güya. Genç adam sıkıntıyla bakındı etrafına kahvede papaz Yorgo’yla kahveciden başka kimse kalmamıştı. Uyanmak isterken malûm seslenmeleri duyar gibi oldu, gözlerini sıkı sıkıya kapattı daldı gitti, taa sabah ezanını işitene kadar uyanmadı.

            Andon usta kireç söndürmeden bir buçuk, iki ay  sonra kardeşiyle beraber kahveye yine geldiler. Akşam çökmek üzereyken, kahve boşalmış, börtü böcek evlerine gitmişken onlar karaltılar içinden belirdiler. Kahveci tanıdı onları:
            “Vay paşamu, vay efemu. Hoşgeldiniz”. Akşam yarı karanlıkta hayvanlarından yere çöker gibi indiler, gerindiler, üstlerini silkeldiler bir süre.  Kahvenin ayakları sağlam kalabilmiş üç, beş masasından birine adeta çökerek oturdular, kahveci birer toprak kadehi, ev şarabından  doldurup askıya yerleştirirken orda bulunan şinanay[1]lardan birini de yaktı, askıya koydu.. Ocaktan çıkarken askıyı parmağına taktı, gelenlerin yanlarına geldi ve teklifsizce oturdu. Şinanayı masanın ortasına koyduktan sonra; “Hoş gelmişsiniz be efemu. Epeydir görünmediniz, bizim sarhoşlar üstünüze bahse girdiler hergün; gelmez bunlar, diye” ardından kahkahayı patlattı. Pantelis gülerken:

            “Helal be, demek bizim gidip gelmediğimizin farkındadırlar. Onların dunyadan haberleri vardır zahir?” Andon başından eskimiş fesini çıkarıp masaya itinayla koydu. Barba’yla selamlaştılar, onca zaman ne yaptıklarını kısaca anlattı Andon. Ardından köyde ne olup bittiğini sordular kahveciye.

            “Değişen bir şey olmamıstır ama Papa Yorgo üzgündür, gelini amiledir, velâkin astadır da.  Oğlan alıp onu Smyrna’ya götürmüstür. İtalyan astanesi varmıs orda. Gideli haftayı geçti. Yorgo hic bir haber alamadığından üzgündür.”

            Andon kendi ailesi, annesi ve kız kardeşleri aklına geldiğinden içini çekti, bir, iki aydır O da bir haber alamamıştır Maden[2]’den. Aslında Gümüşhane'de doğmuş olan Andon Dedesinden ötürü adı Hacı Andon'dur. (Aynı işi yapan Abisi ve kardeşiyle beraber Hacıustalar diye anılırlardı. Gurbete çıktıkları zaman üç kardeşten birinin ailenin başında kalmasına dikkat ederlerdi.) Şimdi Maden'de Ağabey Hacı Murat vardı, ama yine içi sıkıntılıydı ustanın.

            “Pantis şu kirece bi bak, kaymaklanmıştır?” Pandelis yerinden ağır ağır kalktı, gitti. Kahveci “Dünya ali be n’aparsın” dedi “birşey lazım olursa ben burdayım ha.” diyerekten masadan kalktı. Andon cebinden yıpranmış, buruşmuş bir cep defteri çıkardı, bir de sabit[3] kalem. Defterin içinde aradığı sayfayı buldu, şinanayın nazlı ve titrek ışığında mırıl, mırıl itinayla okumaya başladı. Pantelis döndü geldi masaya:
             “Yok ağam, vargeli yürütmüşler, karıştıramadım.  İlk bakışta iyi görünüyor amma” dedi Pantis ağabeyinin yanına otururken. Barba ocaktan seslendi:

            “Vargel de diğerleri de arkadadır,  ben topladım, veletlerden. Gel al” diye kahveci ocaktan seslendi.  Pantelis:

            “Şimdi kalsın, yarın sabah alırız” diye cevap verdi. “Kahven  var mı? iki orta yapsan ne güzel olur, yorgunluk çıkar.” 

            Andon da başını salladı. Defterine göre herşey istediği gibi gidiyordu. Ceketinin cebinden bir bağ çakısı çıkardı, açtı ve kalemi eline alıp döndüre döndüre yavaş yavaş kalemin ucunu sivriltti. Kalemle defterin açık sayfasında yazılmış yazıların altına kısa bir çizgi çekti, defteri kalem arasındayken kapattı. Bir don lastiğini bir, iki burarak defterin üzerine geçirip onu da ceketinin iç cebine soktu. Kahvelerini bitirdikten sonra “Sağolasın, bu kahve sadece burada bu kadar güzel oluyo valla. Halis Barba kahvesidir be. Harika! Hadi sabaha görüşürüz Barba” diye Ocakta toparlanan Barba’ya veda ettiler, atlarına gittiler, karanlık iyiden iyiye kendini hissettiriyordu, atları yedeklerinde,                         Yorgo’nun evine doğru yürümeye başladılar. Yorgo’nun evi kilisenin avlusunda iki odalı bir yerdi. Onları kapıda karşıladı, ayak üstü konuştular, sabaha buluşmayı kararlaştılar ve ayrıldılar.

            Andon’a göre her şey istediğine uygun gidiyordu.

            Kireci söndürdükden sonra Selçuk kazasına inmişler ve İzmir yolu üzerinde buldukları bir handa konaklamaya karar vermişlerdi. Burada bir keresteci ile tanışmışlar, o ve adamları üç ay sonraya mertek ve kirişleri, kadronları ve taban, tavan ve çatı kiremit altı tahtalarını  hazırlamaya ve oraya getirmeye söz vermişlerdi. İlk peyini ödemişler bizimkiler, geriye kalanını da teslim alırken ödemeye kavilleşmişlerdi. Öte yandan yörede taa binbeş yüz, bin altıyüz yıl önce açılmış sonra terk edilmiş büyük büyük taş ocakların varlığını daha önceden biliyordu Andon ama işe yarayanını bulmak, hele hele zamanında istediği taşları verebilecek ustayı bulmak için, bir  hafta, on gün uğraşmaları,  araştırma yapmaları gerekmişti.

            Yakınlarda gittikleri bir kalker  ocağı ve sahibi Andon’un hoşuna gitmişti, oturdular konuştular. Şimdi ellerinde bir caminin yıkılmış minaresini ve tonozunu yeniden yapmak için kalıbını aldıkları taşları hazırlıyorlardı ama Andon’nun istediği bir yüzü kesilmiş ve istenen ölçüye göre çaplanmış diğer boyu serbest taşları da bundan sonra hazırlayabileceklerini söylediler. Andon bir iki saat adamların neler yaptıklarına, neler yapabileceklerini tartmaya çalıştı. Sonunda iki ay sonrasına  malzemeleri yerlerine getirmeye başlıayacaklarına dair kavilleştiler, çarşıda hükûmetin karşısında şemsiye altında oturan bir istida[4] yazıcısı hattata yaptıkları anlaşmayı yazdırdılar. Taşçı altına parmağını basarken Andon yeleğinin cebinden şahsi mührünü çıkarıp kağıdın altına bastı. Usta Hacı Andonidis yazıyordu mühründe. ilk pey akçesini ödeyip ayrıldılar.  Artık Kirkince’de yeni bir mektep inşaatının başlıyacağı kasabada duyulmuştu, bir anda. Malzeme satıcıları artık uzaktan uzağa bu iki taş ustasını takip eder olmuşlardı.

            Selçuk’un İzmir yolu kenarında alaturka kiremit damlı, tek katlı taş ahşap karışık yapıların toplandığı bir mahalle vardı, burası küçük çarşısıydı o zamanlar. Otuz, kırk  civarında ahşaptan kepenkleri olan tek katlı dükkanlar vardı, yan yana sıralı. Büyük çarşı bunu kesen ve mahalle aralarına kadar uzanan, yine tek katlı kerpiç, tuğla ve ahşap karışık yapılarla, daha büyük, aralarında kesme taş yapıların da bulunduğu, camii ve mescitlerin de serpiştirildiği bir baştan başlayıp yan sokaklara da dalan, bir asma gibi sağa, sola kol atmış, genişlemiş bir çarşıydı. 

             Küçük çarşıda daha ziyade kaba inşaat malzeme tedarikçileri nalbantlar, semerciler ve at arabası imalatçıları vardı, Sıcak demirden mamul, çiviler, mıhlar ve kamalar menteşe ve kilitler bu dükkânlarda imal edilirdi. Kapılara takılan şıp düştü tipi iç oda kilitleri, sürgüler de biraz daha hassas iş bekleyen pirinç ve bakır ve çanlar, çıngıraklar, kapı kolları aynaları bu ve buna benzer aksesuarları hazırlayan sanatkârlarda bu çarşıda çalışırlardı. Tabii malzemenin iyisi, hası tüccarlarca İzmir’den getirilirdi.

            Andon senelerin tecrübesiyle hem malzemeleri araştırıyor hem de satıcıları. Sonunda bulduğu bir satıcıyla tuğla ocağına gitmiş, şimdi harman tuğlası diye tabir edilen büyük ebatlı takoz tuğla siparişi de vermişti. İki ay sonrasına hazırlanırken, elindeki paradan binanın kapı ve pencere doğramalarını da vermek isterdi ama aldığı avansı yeterince dağıtmıştı. Kireci söndürmeyi kendi işe başlama tarihi olarak kabul ediyor, ve her şeyin ona göre zamanlamasını yapıyordu Andon.  

            O sabah ayininden sonra Yorgos ekmek arasına keçi peyniri ile hazırladığı ve yanında bir bardak yeni yetme şarap ile kaydırdığı dürümü hızla atıştırıp etekleri zil çalaraktan evden çıktı. Yokuş aşağı yuvarlanarak Kahvenin önüne geldi ki Andon’la Pantelis'i kahvede bir masaya oturmuş, düşünceli bir şekilde çaylarını yudumlarken gördü. Etrafta işe başlamış kimseler görünmüyordu, durumu anladı Yorgo.  

            “Sabahlarınız hayrolsun be Ustalar. Ne için karardınız? Bakınız güneş nasıl bize gülümser, bağlar aşağıdan bize işmar eder. Adi gülümseyin be efendiler. Bugün güzel bir gün olacak.. Ha Andon?”

            Andon usta içinden bir küfür sallayarak “ya evet, güzel olur” diye cevap verdi. Pantelis:
            
             “Hoş gelmişsin be aziz peder, baksana öğlen oldu bizim amelelerden ses gelmedi be” ardından içinden O’da bir küfür geçti. Yorgo gülerek:

            “Ben geldim ya daha ne bekleriz, Barba bana bir kadeh şarabından ver, tezgah altından olsun” diye adeta nara attı. Barba:

            “Helâl sana aziz peder, kim tutar seni be!” diye naraya nara ile karşılık verdi.

            Biraz sonra Pantelis Yorgo ve Barba arsanın içine inmişler, Andon ustaya yardım ediyorlardı. Bir gün önceden gelen telaro ağaçlarıyla binanın telarosunu çakmaya başlamışlardı ki yolun aşağısından Kuyucu Mıgırdıç yanında iki yardımcısı ve iki katırla omuzlarında balyoz, küskü, kazma ve kürekleri,  bir de eski  emme basma tulumbayla göründüler.

            “Abe Yorgu daha aşağıya koyamadın şu okulu da bizi tıknefes edersin. Şu ovanın her yanında çaktığımız kuyularımız vardır, gürül gürül sular akar da, buradan ne bulacaaz meçhul” diye söylenmeye devam ederken ellerindeki alet ve edavatı bir kenara hırsla attılar. Yorgo patladı:

            “Amma da konuştun yaa, kaynanam ağızlı, bi suss, bi dinlen be. Sen yedi aylık doğdun? Marifet Ova da su bulmak olsaydı seni  çağırırdım? Ama  burda bunu sen yaptın, yaptın! Yapamadın? Ehh o zaman Hristos bize yardım etsindir. Mektep hiç suzsuz olur?”

            Andon kafasından suyu nerede bulacaklarına pek akıl erdiremese de o önünde çakmaya çalıştığı telarosuna geri döndü. Yatayda giden merteğe elindeki su terazıisini koyarak seviyeyi kontrol etti, Pantelis'e aşağı yukarı diye seviye ayarlattı. Sonunda bir yerde “dur” dedi, sabit kalemle işaretletti. Ellerindeki sayılı çiviyle çaktılar ağaçları,  böylece dört tarafına da döndüler telaro çerçeveyi. Okulun kapısının geleceği yere diktikleri merteği  bir arşın[5] yukarısından palayla biraz kertti. Kulağının arkasındaki sabit kalemi eline alıp ağzına götürdü, ucunu ıslattı. Merteğin üstündeki kertiğe kocaman bir "0" diye yazdı.

            “Haydi hayırlı olur inşallah, kutsal annemiz benin yüzümü kara çıkarmaz”  dedi Andon içinden. Duvarların geleceği yerleri gösteren ip iskelesini tamamladı.

            “İşte bura bodrum döşemesi olur” diye yüksek sesle papaza bağırdı. Papaz Yorgo kuyucuların yanından  heyecanla ayrılıp Andon ustanın yanına geldi. “Yaşa be efemu”  diye coşkuyla bağırdı.

            “Yarın sen temeli kazdırırsan öbürü gün bir  tören yapar temel atarız”.

            Andon’nun yapımını yüklendiği bina aslında pek büyük değildi ama o köydeki binaların en büyüğü idi. Elindeki plana göre dıştan dışa yirmi ziraya, yirmi sekiz zira bir tabana oturuyordu. Ön cephe resminde, giriş cephesi üç eşit parçaya ayrılmıştı adeta, ortada giriş kapısı ve merdiven sahanlığı tasarlanmıştı.


            Kirkinci’ye göre okul, anıtsal yapı görünümündeydi.

            Okulun planı orta sofalı, kaba tabiriyle karnıyarık, üç sınıf bir tarafta üç sınıf diğer tarafta ve iki kat olarak tanzim edilmişti. Üst kat ana kat olup yaklaşık 5,5  zira (yaklaşık 4 m) tavan tavan yüksekliği istenmişken, kiriş ve mertekleriyle yaklaşık 6 ziraya (yani, 4.7 m) geliyordu. Ön cepheye geniş bir merdiven konmuştu.


 
            Yan bahçeden doğrudan girilen alt kat ya da bodrum, aslında destek hizmeti için tasarlanmış, hademe odası, kömürlük ve iki adet depo olarak düzenlenmiş ve tavan yüksekliği 3,5  zira (2,6 m) istenmekteydi. Üstüne de kiremit örtülü beşik çatı çizilmişti krokisinde. Andon, şu beş altı ayda bütün duvar işlerini tamamlayıp, üst çatı kiremitini örtme düşüncesiydi, gerisini kapalı çatı altında tamamlayarak bitirmekti. Bugün temel atıp başlasalar, bir buçuk ay içinde bodrumu tamamlayıp, tavan merteklerini atarız diye hesaplarken, üst katı da iki buçuk ayda toplayabiliriz, sonra çatıcılara 1,5 ay bırakırım hesabındaydı. Malzeme ve iş gücünü buna göre planlıyordu.  

            Çizimi katladı, elindeki dosyaya ve onu da deriden bir çantaya yerleştirdi.                          
            “Şimdilik iyi gidiyor” diye aklından geçirdi. Pantelis'e “Bu gün verimsiz geçti de ama yarın ameleler gelirlerse, yine arayı kapatırız” diye  söylendi. Pantis ne yapması gerektiğini anladı; “Ben bu akşam orda yatarım ağam, sabah toplayıp getiririm merkepleri” diye abisine cevap verirken, aceleyle Andon’un atını alıp kasabaya doğru yollandı.

            Ertesi gün öğlene doğru, ovadan uzaktan uzağa ezan sesi geldi Yorgo’nun kulağına. “Ben öğle çanını çalmadan onlar ezanı saldılar ovaya. Bugün de böyle olsun“  diye içinden geçirdi. Pantelis sabahleyin on beş ameleyi iki yaylının kasasına doldurmuş getirmişti.

            Andon ustanın plana göre telaro çerçeveye gerdiği iplerin arasında yapılacak işler görünür olmuştu, önce binanın oturumu içinde kalan alanın üzerindeki toprağı bir kürek derinliğe kadar kazıyarak telaronun dışına attılar ve  sonra duvarları temsil eden iplerin arasına geçip yaklaşık bir ziralık temel kazısına başlamışlardı. Zemin yumuşak olduğundan ameleler hızlı gidiyorlardı.. Pantelis iki ameleyi de açtıkları bir düzlük üzerinde duvar harcı hazırlama için ayırmış elleri belinde,  harç hazırlayacakları bir süre takip etti. Arabalarla gelmiş  kumları o düz yere indirdiler ortasını havuz yapıp kireç kaymağını koydular, ve fıçılardaki suları yavaş yavaş yedire yedire kumla kirecin içine döktüler, vargelle ileri geri karıştırmaya başladılar hızla. Bembeyaz kirecin rengi kum ve yerdeki toprakla karışinca yavaş yavaş kirlenmeye, kararmaya başladı. Toprak zemin suları süratle emmeye çalışıyor bizimkiler de hızla suyu kaybetmeden karıştırmaya çalışıyorlaıdı.  Pantelis, takviye olarak birini daha yanlarına verdi. Üçü birlikte karışımı koyu gri renk her tarafına hakim olana, peluze kıvamına gelene kadar kürek ve vargellerle karıştırdılar. Kan ter içinde kalmışlardı ama ellerinde şimdilik yaklaşık bir at arabalık harçları olmuştu. Katılaşmaması için üstünü kumla iyice örttüler, dinlenmeye bıraktılar.

            Bu arada Andon usta ayırdığı bir ameleyle yakınlarda kiraladığı bir mahzeni çalışanlara yatakhane yapabilmek için gerekli tamirleri ve kireç badanasını yapmak için köyün içine giden arnavut kaldırımlı yolda ellerinde takım çantası, belinde keser, fırça ve kovalarla, kayboldular. Pantelis başını kaldırıp kahvede toplanmış onları seyredenleri selamladı. Orada bulunanların “Vito” sesleri arasında bis yaptı. Öğlenin bu sıcağında başındaki terliğini çıkarıp, çeşmenin yalağına gitti, geniş bir künkün içinden gelen suya başını daldırıp çıkardı, ardından ameleye paydos verdi. Kahvede ocakta bekleyen nevaleyi bir masanın üzerine yaydı, küp peyniriyle tereyağını yalağın içinden çıkardı, kahvecinin evden getirdiği ev yapımı ekmekleri ikiye, üçe böldü elindeki çakıyla. “ gelin ağalar” diye amelelere seslendi. “Bu gün böyle, yarın bizim yöre usulü çanak var” diye güldü. Yorgun adamlar yüzlerinden fışkıran terler iç gömleklerine doğru akarken kendilerini su yalağının başına attılar. Pantelis usta Barba’dan daha önce çayları da ayarlatmıştı. Masadan ekmeğini peyniri yağını alanlar çay ocağına gidip çaylarını ve topan şekerlerini de alıp bir ağaç gölgesine doğru çekiliyorlardı. Bazıları yemeği ağzına koyamadan başlarını taşa koymuştu bile, gölgede nefes almak yemekten bile iyi gelmişti onlara.



            “Bu ilk günleri” diye düşündü Pantelis, “Yarına hazırlıkla geçecek, temel çukurumuz hazır, harç hazır, bir kaç arabada yarı çaplanmış toplama taşımız da var, yarın için iki usta taşçı daha gelecek, ehh biraz iş yaparız”


***


            Genç adam oturduğu kahve masasına kolunu dayamış aşağıda muntazam uzanan  yemyeşil bağların rengine, parlaklığına hayranlıkla dalmış gitmişken, gözünün önündeki bağlar  sırayla sarardı, soldu ve üzümler kurudu, toprağa karıştı. Genç adam acıyarak bakmaya devam ediyordu ki yerlerini yeşil tütünler almaya başladı, ve çok geçmeden tütünler de sararmaya başladı, toprak rengine döndü. Birden sıçrayarak uyanır gibi oldu. 

            Karanlıkta gözlerini açtı, evde çıt bile çıkmıyordu, halbuki ahşap evler canlıdır, geceleri mırıldanırlar, kocamış insanlar gibi ıhlayarak tıslayarak dayanırlar hayatın gittikçe ağırlaşan koşullarına. Aynen insanlar gibi kireçlenme olurlar, lumbago, romatizma olurlar, bazen daha önceleri çatırdayan keresteler bakarsınız bir gün gelir ses, mes kalmamış, ama bir diğer gün sesizce duran merdiven basamakları gecenin bir saatinde çatırdamaya başlarlar, çivileri yerlerinden oynar, açılan kapılar açılmaz ya da  yere sürtünerek açılıp kapanmaya başlar, tıpkı yaşlanan insanlar gibi. Eklem yerleri kireçlenir, sertleşir, zor bükülür, çıtırdayarak açılır kapanırlar. Ama her yaşın ayrı bir güzelliği vardır derler ya, ahşap evin de öyle. Kokuları bile değişir zamanla, genç iken geniz yakan ardıç giderek bir lavanta hafifliğine döner, adeta bir parfüm gibi evin her yanından duyulur, yeniyken zar zor açılan kapanan dolapların kapakları pencerelerin sürgüleri, mandalları yaşlandıkça daha bir ahenkle çalışır, genç bir kızken bir kadın gibi olgunlaşır, insanlar zevkle yaşarlar içinde. Lakin gün gelir içeride yeller esmeye başlar, sofalardan odalara yüklüklerden kerevetlere, odalardan taşlıklara ve insanlar başlarlar sağına soluna gazete kağıdı tıkamaya, açılmayan menteşelere yağ, açılmayan çekmecelere sabun sürmeye ve kırılan camları hamura bulanmış gazetelerle süslemeye . Bu haliyle evler  huzur evi için sıra bekleyen ihtiyarlara benzerler. 

            Bir sonraki merhale acımasız, anlayışsız çimentolu, beton dolu müdahalelerle  yapıya protezler uygulamak ve uygun bir zamanda bir kasaba vererek yeni  ama hiç de insancıl olmayan, bize benzemeyen yapılarla takas etmektir. İşte bu da bu beli bükülmüş yaşayan ahşap evin kaçınılmaz sonu olur.

***


[1] Şinanay; Küçük yağ kandili, idare veya idare lambası da denir,
[2] Akdağmadeni; Yozgat Sivas arasında bir ilçe,  Anadolu da bir çok yerde Maden kazası  olduğundan ayırmak için asıl adı olan Akdağ’ı önüne eklemişler..
[3] Sabit kalem, yazıldığında silgiyle silinmeyen ve suda mavi rnekli boyaya dönen kurşun kalemden daha dayanıklı koyu mavi renkli kalem, kopya kalemi de denir.
[4] İstida yazıcısı; resmi dairlere ve mahkemelere kişilerin dilekçelerini hazırlayan kişi. Eski tabirle mürekkep yalamış insan.
[5] Arşın; eski bir  uzunluk birimi, farklı uzunlukları vardır, çarşı arşını yaklaşık 68,5 cm olmasına karşılık, inşaatçıların kullandığı mimari arşın (zira), yaklaşık 75,7 cm e denk olup 24 de biri 1 parmak (3.15 cm) ve  parmağın 12de 1’i 1 hat ( 0,262 cm) olarak anılırdı.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder