BİRKAÇ
FOTO VE BİR GÜZELLEME
Sevgili Oktay
Fotoğrafların bir harika. Makinanın deklanşörüne basmaktan daha öte bir şeydir fotoğraf çekmek. Güney batı Anadolu eski kentlerini yıllarca fırsat düştükçe ben de senin gibi gezdim. Bence gezmek için en iyi mevsim ilkbahar sonu, yazın başlangıcı. Sonbaharda yağmur altında tatları da kokuları da bir başkadır, onları başka zaman anarız. Şimdi Nisan ya da Mayıs da hava ılıman, ışık alabildiğine bol ve doygun ve gündüzler gittikçe uzarken, terlemeden, sıcaktan bunalmadan ve en önemlisi de susamadan saatlerce gezebilirsin ören yerlerinde. Bu mevsimde Phaselis te, Termesos da ağaç gövdelerinde ve yerlerde orman sarmaşığı, mantar ve siklamenler açar pıtrak gibi. Eski duvarların dibinde, koyu gölgeler içinde koyu pembe renkli olurlar. Hayran, hayran seyrederim onları. Hatta bir keresinde üç, beşini kökledim de eve getirdiydim, amacım saksıda onları yaşatmaktı ama hayatlarına kast etmişim zavallıların, ormana hasret ölmüşlerdi hepsi, pişman oldum ve üzüldüm.
O antik şehirleri gezerken bana hem çok uzak, hem çok yakın gelirlerdi sanki daha once oralarda yaşamışım gibi. Dinlerdim rüzgarı, eğer etrafta bir insan kalabalığı yoksa, o estikçe hem can verirdi bana, hem eski bir müziği fısıldardı kulaklarıma.
Yolların henüz hem dar hem kıvrım kıvrım, yarı asfalt, yarı şose olduğu zamanlarda, Elmalı’dan Kalkan’a inerken özellikle Xanthos’dan ve Letoon’dan geçerdim peş peşe. İlk çağlardaki Lykia Birliği içinden geçerken gördüklerim karşısında şaşkınlık yaşardım. "Yahu" derdim, "şu eski yapıları yapanlarla, ya da şu koca Anıt Yazıtı dikenlerle, şimdi yaşayan Likyalılar acaba aynı soydan mı?
Genetik araştırmalar, öyle diyormuş diye gazetede bir haber okumuştum.
Koca ardıç ve çam ağaçlarının gölgesine yerleşmiş evlerin, ağıl, ahır ve kahvelerin, düzensiz
ve özensiz hallerine her baktığımda, harareti yükselmiş Renault 12 motorunun içeri dolan sıcağı ve açık
duran yan camdan yüzüme vuran sıcak yaz havasının etkisiyle aklıma takılanları sorasım gelirdi:
Sen hiç penceresine zeytin yağı veya gaz yağı tenekeleri içinde de olsa, çiçekler dizilmiş,ya da kapısının önüne Gül ve akşam sefalarıyla bahçe düzenlenmiş yanına bir de oturak çakılmış köy evleri gördün mü? Öyle şeylere yer yoktur bu insanların hayatlarında nedense. Dış cepheleri renklerle süslü bir eve rastladın mı? Doğru dürüst badana bile yapmazlar evlerinin dış cephelerine, ilk yapıldığı gibi kalmıştır çoğu zaman. Adamlar kavak hariç meyve ağacı olmayan ağacı, ağaçtan saymazlar, dikmezler. Köknar, çam, ladin, mavi ladin vs onlar için hikâyedir. O zaman sorasım gelir, "Bu insanların yaşama sevinci nerede başlar? Sadece düğün dernek midir eğlenmek, hayattan zevk almak? Ya da ahiret sevicilik midir yaşamanın manası. Sadece halk oyunları oynamak mıdır coşmak? Resim yaparak coşulmaz mı? Kültür sadece bir mantar cinsi midir bizim için? Bizim Lykialıları nedir bunlardan soyutlayan?"
"Yahu sağınıza, solunuza bir bakın, ama taşlarını söküp, taşımak, aşırmak için değil, görüp tanımak, ardındaki hikayeyi bilmek ve onları içinizde hissetmek için. Saygı duyun o taşları o zamanın imkânlarıyla yontan, yan yana koyan, şimdi renkleri uçmuşsa da o zamanlar boyayan ellere." derim kendi kendime.
Yıkıldı evlerimiz, yağmalandı mezarlarımız,
Dağların doruğuna çıktık, toprağın altına girdik,
Suların altında kaldık.
Gelip buldular bizi, yakıp yıktılar,
“Tahammülsüz yeniler o kadar acımasız, katı ve saygısızlarmış ki, Destan kahramanları olan, o bilgeler, ustalar, işçiler ve insancıklar öykülerini kafalarına, duygularını yüreklerine yazıp, atları olanlar atlarıyla, olmayanlar yayan yapıldak, cetvellerini, şakullerini, çekiç ve mucartalarını, keskilerini, azık ve rızıklarını heybelerine koymuşlar, Tanrı ve Tanrıçaları önde, Dionysos yanlarında, üstlerinde uçan at Pegasus, müzlerin müziği eşliğinde, bilinmeyene doğru çekip gitmişler. Peşlerinden resim, müzik ile sevgi ve hoşgörü de terk etmiş bu toprakları, vesselam.”
Fotoğrafların bir harika. Makinanın deklanşörüne basmaktan daha öte bir şeydir fotoğraf çekmek. Güney batı Anadolu eski kentlerini yıllarca fırsat düştükçe ben de senin gibi gezdim. Bence gezmek için en iyi mevsim ilkbahar sonu, yazın başlangıcı. Sonbaharda yağmur altında tatları da kokuları da bir başkadır, onları başka zaman anarız. Şimdi Nisan ya da Mayıs da hava ılıman, ışık alabildiğine bol ve doygun ve gündüzler gittikçe uzarken, terlemeden, sıcaktan bunalmadan ve en önemlisi de susamadan saatlerce gezebilirsin ören yerlerinde. Bu mevsimde Phaselis te, Termesos da ağaç gövdelerinde ve yerlerde orman sarmaşığı, mantar ve siklamenler açar pıtrak gibi. Eski duvarların dibinde, koyu gölgeler içinde koyu pembe renkli olurlar. Hayran, hayran seyrederim onları. Hatta bir keresinde üç, beşini kökledim de eve getirdiydim, amacım saksıda onları yaşatmaktı ama hayatlarına kast etmişim zavallıların, ormana hasret ölmüşlerdi hepsi, pişman oldum ve üzüldüm.
O antik şehirleri gezerken bana hem çok uzak, hem çok yakın gelirlerdi sanki daha once oralarda yaşamışım gibi. Dinlerdim rüzgarı, eğer etrafta bir insan kalabalığı yoksa, o estikçe hem can verirdi bana, hem eski bir müziği fısıldardı kulaklarıma.
Yolların henüz hem dar hem kıvrım kıvrım, yarı asfalt, yarı şose olduğu zamanlarda, Elmalı’dan Kalkan’a inerken özellikle Xanthos’dan ve Letoon’dan geçerdim peş peşe. İlk çağlardaki Lykia Birliği içinden geçerken gördüklerim karşısında şaşkınlık yaşardım. "Yahu" derdim, "şu eski yapıları yapanlarla, ya da şu koca Anıt Yazıtı dikenlerle, şimdi yaşayan Likyalılar acaba aynı soydan mı?
Genetik araştırmalar, öyle diyormuş diye gazetede bir haber okumuştum.
duran yan camdan yüzüme vuran sıcak yaz havasının etkisiyle aklıma takılanları sorasım gelirdi:
"Madem akrabalık var, o zaman bu pejmürdelik,
bu gelişigüzellik de ne? içinize siniyor mu?"
Adam
bahçesine çit çakmıştır (her yerde bulunmaz), boyasız,-keyfi misin olabilir- bir
yarısı yıkık dökük, bir yarısı düzgün çatkılı, tamir için ne geçerse
ellerine çakmışlar, tel bulmuşlar tel sarmışlar, sicim bulmuşlar sicim. Çitin
dikmeleri tarla bekleyen korkuluklar gibi bir sağa bir sola yatık dururlar, baktıkça
sinirlenip düzeltmek istersin. Yaşam halbuki bir ölçüde düzen, bir ölçüde
estetiktir bu antik çağ insanları için.Sen hiç penceresine zeytin yağı veya gaz yağı tenekeleri içinde de olsa, çiçekler dizilmiş,ya da kapısının önüne Gül ve akşam sefalarıyla bahçe düzenlenmiş yanına bir de oturak çakılmış köy evleri gördün mü? Öyle şeylere yer yoktur bu insanların hayatlarında nedense. Dış cepheleri renklerle süslü bir eve rastladın mı? Doğru dürüst badana bile yapmazlar evlerinin dış cephelerine, ilk yapıldığı gibi kalmıştır çoğu zaman. Adamlar kavak hariç meyve ağacı olmayan ağacı, ağaçtan saymazlar, dikmezler. Köknar, çam, ladin, mavi ladin vs onlar için hikâyedir. O zaman sorasım gelir, "Bu insanların yaşama sevinci nerede başlar? Sadece düğün dernek midir eğlenmek, hayattan zevk almak? Ya da ahiret sevicilik midir yaşamanın manası. Sadece halk oyunları oynamak mıdır coşmak? Resim yaparak coşulmaz mı? Kültür sadece bir mantar cinsi midir bizim için? Bizim Lykialıları nedir bunlardan soyutlayan?"
"Yahu sağınıza, solunuza bir bakın, ama taşlarını söküp, taşımak, aşırmak için değil, görüp tanımak, ardındaki hikayeyi bilmek ve onları içinizde hissetmek için. Saygı duyun o taşları o zamanın imkânlarıyla yontan, yan yana koyan, şimdi renkleri uçmuşsa da o zamanlar boyayan ellere." derim kendi kendime.
“Saygı
duyun bu Lykialılara. MÖ II. binden beri tarih sayfalarında görülürler, MÖ 1274
de Mısırlılarla Hititler arasında Kadeş önlerinde yapılan savaşta, Hititlerin
saflarında yer almış oldukları yazılıdır. Bildiğim kadarıyla, iki gün süren
savaş tarihteki ilk yazılı anlaşma ile sonuçlanmıştır.
Truva
savaşında, Truva saflarında savaştıkları söylenir.. Oraya vardıklarında Lykia
prensi Sarpedon’nun[1] Hektor’a
şöyle seslendiği anlatılır:
"Ben
ta uzaklardan geldim yardıma
Anaforlu Xanthos'tan geldim, uzak Lykia'dan
Sevgili karımı, yavrumu koydum orada,
Yoksulların göz dikeceği bir sürü mal mülk koydum,
Savaşa sürüyorum Lykialıları gene de,
Kendim de en öndeyim işte bak!"[2]
Herodot,
onların, göğüs ve baldır zırhları giydikleri, kızılcık ağacından yayları,
kamıştan kanatsız okları, mızrakları olduğunu, omuzlarında keçi postları,
başlarında kuş tüyü şapkaları bulunduğunu, kama ve pala taşıdıklarını yazar.
Özgürlük ve bağımsızlıklarına son derece düşkün, mert bir halkmış
Lykialılar.
MÖ 545
de Batı Anadolu’yu işgal etmekte olan, Harpagos komutasındaki güçlü Pers ordusuna karşı
koyamayacaklarını anlayan Xanthoslular,- Xanthos Lykia bölgesinin en imtiyazlı
kentidir- esir düşerek aşağılanmış ve onursuz yaşamaktansa:
”Kadınları, çocukları,
hazineleri ve köleleri kaleye doldurdular. Alttan, yandan ateşe verdiler.
Korkunç yeminlerle bağlanarak düşmana atıldılar ve tümü savaşta öldü," diye anlatır Herodot. Sonrasında
bir anlatıya göre sağ kurtulan 80 aile ve gelen yeni göçmenlerle birlikte Xanthos'u
yeniden inşa etmişler. Ancak bir yüz yıl sonra büyük bir yangınla tekrar harap olacaktır,
bu talihsiz kent.
Bu kadarla kalsa iyi. MS 42 de Lykia’yı fethetmeye gelen Roma ordusuna teslim olmak istemeyen Xanthoslular
bir trajedi daha yaşamışlar, topluca intihar kararı almışlar. Brutus komutasındaki
Roma askerleri şehri yakıp, yıkarlarken,
kucağındaki çocuğuyla beraber ateşe atlayan kadını görünce üzülen Brutus, Askerlerine, kurtaracakları Xanthoslu başına
ödül vadeder. Askerlerin ölmeyi tercih edenlerden ancak 150 kişiyi
kurtarabildiklerini yazar tarih.
Evlerimizi mezar yaptık mezarlarımızı ev, Yıkıldı evlerimiz, yağmalandı mezarlarımız,
Dağların doruğuna çıktık, toprağın altına girdik,
Suların altında kaldık.
Gelip buldular bizi, yakıp yıktılar,
Biz ki analarımızın, kadınlarımızın,
Ve ölülerimizin uğruna toplu ölümleri yeğleyen,
Bu toprağın insanları
Bir ateş bıraktık geride,
Hiç sönmeyen ve sönmeyecek olan.
Lykialılar, MS 7. yüzyıldan itibaren buralara saldıran, yağmalayan Arapların tacizlerinden pes edip, zamanla bölgeyi birer
birer terk etmişler derler.
“İşte ören yerlerinden yürüttüğünüz, definecilik uğruna
bazen de paramparça ettiğiniz, o güzelim taşların arkasındaki öykü bu. Eliniz kıçınızda
gezerken o yerlerde dikkatle dinlerseniz o taşlarda saklı ağıt ve feryatları
duyarsınız, ya da köpük, köpük eşen çayından geçerken, size bu anlattıklarımı tekrarlar,” diyesim gelir.
Valla, bir şeyler olmuş bu topraklarda, billah bir şeyler olmuş, bizim adını tam koyamadığımız bir şeyler, bizler buralara gelmeden once başlayan şeyler. İnançları değişmiş burada yaşayanların. Tapınaklardaki heykel ve heykelciklerin kollarını, başlarını ilk o zaman kırmışlar, parçalamışlar. Tapınaklar biçim değiştirmiş. Değişim olmuş, kültürel değişim. Bambaşka bir yaşam tarzına geçilmiş ve bağnaz bir anlayışa doğru yelken açılmış.
Valla, bir şeyler olmuş bu topraklarda, billah bir şeyler olmuş, bizim adını tam koyamadığımız bir şeyler, bizler buralara gelmeden once başlayan şeyler. İnançları değişmiş burada yaşayanların. Tapınaklardaki heykel ve heykelciklerin kollarını, başlarını ilk o zaman kırmışlar, parçalamışlar. Tapınaklar biçim değiştirmiş. Değişim olmuş, kültürel değişim. Bambaşka bir yaşam tarzına geçilmiş ve bağnaz bir anlayışa doğru yelken açılmış.
“Tahammülsüz yeniler o kadar acımasız, katı ve saygısızlarmış ki, Destan kahramanları olan, o bilgeler, ustalar, işçiler ve insancıklar öykülerini kafalarına, duygularını yüreklerine yazıp, atları olanlar atlarıyla, olmayanlar yayan yapıldak, cetvellerini, şakullerini, çekiç ve mucartalarını, keskilerini, azık ve rızıklarını heybelerine koymuşlar, Tanrı ve Tanrıçaları önde, Dionysos yanlarında, üstlerinde uçan at Pegasus, müzlerin müziği eşliğinde, bilinmeyene doğru çekip gitmişler. Peşlerinden resim, müzik ile sevgi ve hoşgörü de terk etmiş bu toprakları, vesselam.”
Sadık
3 Aralık 2015 22:00 D. 28 Ekim 2019 02:22
[1] Lykia’lı Prens, İliada'da Patraklos
tarafından öldürüldüğü, Apollon’un da cesedi Lyikia’ya taşıdığı ve orada
gömüldüğü yazılıdır.
[2] İliada’dan. Homeros, Azra Erat çevirisi.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder