ACINASI
DUMANLAR
O gün Çaykovski’nin hayali dargın bir sevgiliye
yazılmış Melankolik Serenat[1]’ını
dinlerken, bu buğulu ve hüzünlü melodinin, içinde yaşadığımız yüzyılda ezilen
ve kaybolan çocuklara, analara, babalara ve sevgililere yazıldığını hayal
ediyordum. Sevgiliye gönderilen sitem dolu bir melodiyi duymayı umarken, kulaklarıma
dolan sanki geniz yakıcı barut kokularıyla süslü acınası bir müzikti. Ne kadar “Yeter”
desem de kulaklarımda tank paletlerinin derinlerden gelen gürültüsü melankolik melodiye
eşlik ediyor ve sevgi, merhamet, acıma ile yakarış sesleri o paletlerin altında
eziliyor gibi geliyordu bana.
Petrolcüsü, Bankacısı, Endüstricisi yani Dünya denen
gezegenin tanrıları, insan kanına ve servete susamışlar, Kaos kazanında obez dünyanın
kanı olan ham petrolü ve doğal gazı fokurdatıyorlardı. Artık eskiden olduğu
gibi somut mekânlarda, dağ başlarındaki şunun bunun malikânelerinde değil, kimseye ait olmayan sanal dünyada toplanmışlar,
yeni bir biçim veriyorlardı, dünyamıza.
Karla kaplı steplerde narin huş ağacının, beyazımsı kabuğunun
yarıya kadar soyulmuş gövdesinin içinden gelen yaşların aktığını görüyor ve o
sırada ağacın acı çektiğini biliyordum. Mevsim kış, doğa uykuda, ağaçlar
canlılığını ilkbahara havaların ısınmasına bırakırlar ama bu zavallı bütün kışı
yaralı olarak geçirecek. Bu ağaç yine de şanslı olmalı zira etrafında yerlere
serilmiş başka cinslerden devrilmiş ağaçlar da var. Bazıları ayakta olmalarına
rağmen dalları ve gövdeleri kararmış, yanmış, kavrulmuş. Huşu pek ağaçtan
saymazlar. Narin yapısıyla çelimsiz görünür gözlere, kadınlar için narin ve
uzun boylu anlamında kullanılır bu kelime. Beryoza derler. İlkbaharda
gövdesinden her derde deva bir can suyu verir, insanı canlandırır ama bu
günlerde hiçbir işe yaramayacak, ölenler ölecek, sakat kalanlar sürünecektir.
Göz alabildiğine düz bir ova, karla örtülü bembeyaz,
lekesiz. Ve yer yer huş kümeleri ovayı parsellere ayırmış gibi. Kış olmasına
rağmen, zemin bataklık kadar yumuşak ve üstünde yürümeye bile elverişsiz. Yaza
kadar geçmez bu cıvıklık, bunu da en iyi yerli “mujik[2]ler”
bilirler. Eski zamanlarda bir yerden bir yere kışın at koşulu kızaklarla
giderler, Varsıl toprak ağaları ise saygın üç atlı troykalarla gezerlerdi, çünkü
kızaklar yere basmadan karın üzerinde uçar gibi kayarlardı. Şimdiyse 4 çekerli Lada
Niva’ları bata çıka kullanıyorlar.
Ovalar bundan önce sessiz olurdu, fısıltılar bile
duyulurdu. O bembeyaz yorganı başına kadar çeker, bahara kadar uyur, sonra
uyanırdı huzur içinde. Oysa o uçsuz bucaksız beyazlık ufka uzanmış, ama uykusuz
bir beklemede. İnsanlar çoktan gitmişler köyler, kasabalar boşalmış bu sene. Şimdi
bir başka gürültü ve korkunun kokusu var havada. Barut kokusu var, yanık ceset
kokusu var havada. Acımasız gök gürültüleri insancıkları ölesiye korkutuyor. Kar
yine eski kar ama üzerinde askeri ölüm makinalarının manevra yaparken
bıraktıkları lastik ve palet izleri var. O saf beyazlık yaralanmış berelenmiş, yer
yer yırtılmış. Çamur karışmış o beyazlığa,
sade çamur değil kan da bulaşmış.
Akşam sıcacık evdeyim. Ayak ayak üstünde TV
seyrediyorum. Haberler, o ovalarda batmış kalmış birkaç parça askeri kamyon ve
taşıyıcı benzeri araç görüntüleriyle başladı. Çevrede yerde yatan üniformalı
insanlar var, hâlâ giysilerinden alevler çıkıyor, kolları bacaklarının
yandıkları görülüyor. Sonra sahne değişiyor, havada alevler içinde kalmış
taklalar atarak yere kapaklanan ve helikopter olduğu söylenen meşaleyi
gösterdiler. Çığlıklar arasında, alev
alev yandı. Bizim burada hava soğuk mu soğuk, ama açık, ısıtmayan güneşli bir
gün bugün. Ama orada hava sıfırın altında, ayaz var ve küskün boz bulanık bir
gökyüzü, vurdumduymaz bir tavırla seyrediyor yeryüzündekileri. Ben de öyle. Bizden
bir hayli uzakta, denizin kıyısında kıyamet kopuyor. Dünyada bir karalar var, bir
de deniz. Adı ve büyüklüğü ne olursa olsun birbiriyle birleşik bir tane deniz vardır.
Biz orayı karaların artanını, her çeşit çöpünü hatta radyasyon artığını bile atıp
saklamak için kullanırız, sonunda bizim için bir açık hava çöplüğüdür orası,
oysa o aynı zamanda bizim dışımızdaki bir yaşam ortamıdır. Zaman gelir o bulamaca
bakıp, keyifle içkimizi yudumlar, “Ada sahillerini” de söyleriz fakat adam
yerine koymayız.
Rus stepleri denen yerde, barışa giden trene
doluşmaya çalışan çaresiz kalabalıklar gözümün önüne geldi. Bu kalabalığı Haberlerde
görmüştüm. Vagonlar alabildiğine dolu, adım atacak yer yok, genç bir kadın
kucağında üç, dört yaşlarındaki çocukla bir telaş peronda bekleşenlerin
arasından fırladı. Vagonun açık olan kapısında dikilen bir adama doğru çocuğu
uzattı, adam tereddütsüz çocuğu kaptı, ama tam o sırada tren hareketlendi. Tam
kadın binecek ayağı kaydı ve peronda yuvarlandığını gördük. Şimdi tren biraz
daha hızlandı. Kadın toparlanıp koşmasına rağmen artık yetişemiyordu. Kadın
peronda, çocuğu trende, insanlar aldırmazlık demi içinde, anlamsız bakışlarla bağıran,
çağıran kadına bakıyorlardı. TV başında bizler de öyle. Sonrası ürpertici bir
bilmece. Tren küçüldü gitti.
Dünyanın en güzel şehirlerinden biriydi bu şehir,
iki dünya harbi görmüş, harap olmuş, son harpten sonra Sovyetler birliği
tarafından yeni baştan ayağa kaldırılmıştı. Eski milli mitlerine bağlı ve
onların tasvirleriyle süslü, bir meydandı (Maidan derler orada) özgürlük
meydanı diye anılır, neyin özgürlüğü ise? Ekranda boşalmış Özgürlük meydanını
ve ona açılan caddeleri gösteriyordu kanallar.
Issızlaşmış yollarda tank barikatları, ağır makinalı tüfek yuvaları vs
ile boğazlaşma dekorlarını tamamlamışlar, gelecekleri bekliyorlar. Karşı
saflarda paralı askerler de yer alacaklarmış şimdi devlet başkanı söylüyor. Dünyada
çeşitli asker kiralayan şirketler var, anlaşıyorsunuz, onlar size belli sayıda
adamı bölük veya manga olarak temin ediyor. Profesyonel asker ne demek? Amaç yok, vatan, millet hak, adalet kavramı
yok. Kısaca para için insan öldürmek demek. Şu Profesyonel kelimesi o yaratığa meşruluk
mu kazandırır yoksa ona kiralık katil, demek uygun mu olur.
Evden, kış ortasında kara felaketi seyretmeğe devam
ediyorum. İnanılmaz bir şey oluyor, gerçek
bir naklen yayın gerçekleştiriyorlar ama bütün kanallar. TV muhabirlerine ordunun
belirttiği kırmızıçizgi gerisinde çalışmalarına müsaade ediliyor. İçlerinde ilk
defa bir savaşın içinde bulunmanın heyecanını yaşayanlar vatan görevi
yapıyorlar havası içindeler. Yıkılmış bir karayolu köprüsünün yanına
tahtalardan bir geçit kurulmuş bir an önce düşmanın önünden kaçmak isteyen
çoluk çocuk, bu tahtaların üzerinde hayatlarının cambazlığını yaparak çabuk
çabuk geçmeye çabalarlarken bizim takım biraz da yerli dillini konuşabilseler onlarla
röportaj yapmaya kalkışacaklar, çünkü her ailenin kendilerine ait yaşam
öyküleri var. Çocuklar biraz şaşkın, sabahın bu erken saatlerinde
bulabildikleri en kalın giysileri içinde kreşe ya da okula gider gibi sokağa
çıkmışlar ama alamadıkları uykularından olsa gerek çevreye kızgın ve uykulu
bakıyorlardı. Gök gürlemesi gibi bir ses
geldi bir yerlerden ve ardından ikincisi daha yakınlarda patladı. Uzaklardan otomatik
silahların tarakaları duyuluyordu. Bu sesler orada bulunanları korkuttu. Kadın
ve çocukların çığlıkları arasında telaşla beton köprünün kalıntıları arasına attılar
kendilerini. O anda orada görevli üniformalı adamın korku ve şaşkınlıkla
açılmış gözleri kameraya yakalandı. “Hayır, şimdi olamaz, olmasın, daha çok
erken.” der gibiydi. Öyle ya cephe daha 5 km ilerdeydi, on dakikada buraya
gelmiş olamazlardı. Pat görüntü kayboldu ve Spiker biraz da para kazanalım
deyip reklam arası verdi. Rengârenk başka bir dünya göründü gözlerimize. Soğuğun,
çamurun ve korkunun, telaşın olduğu ekranda şimdi Cıngıl bel çalıyordu, hani şu
kırmızılar giyen adamın kızağında çalan. Zor atıyorum kendimi diğer bir kanala.
Diğer kanallarda da reklamlar var dayanılmaz bir şey bu. Dış dünyanın birbirini
öldürmekte olan halkların ölüm kalım kavgasına bakışı buydu. Bacak bacak üstünde,
gözlerinde güneş gözlükleri, ellerinde kristal
kadehlerde ab-ı hayat suyu ve önlerinde LCD TV. Para için oraya gönderdikleri
muhabirler, sahipleri neyi görmek
istiyorlarsa İstediklerini veriyorlar onlara. Bu güne kadar diğer ülkelerde olanlara
baktıkları gibi bakıyor o medeni denen ülkeler. Ancak bu sefer olaylar Avrupa
medeniyetinin ambarına oldukça yakın bir yerde ve doğal gaz vanalarının tam
üstündeler.
Doğudaki bir
şehir şehirdeki askeri ve sivil savunma top atışlarıyla imha edildikten sonra,
helikopterlerden atılan roketlerle binaların % 90’ı yok edilmiş. Ekranda şehrin
havadan çekilmiş görüntülerini verdiler. Her taraf harabe ve simsiyah molozlar
içinde olduğu, rahatlıkla seçiliyordu. Bir gün önce sivillerin şehirden
tahliyesi yarım kalmış, dediklerine göre şehir çıkışlarına düşen mermilerden insanlar
harabelerin arasına saklanmışlar. Sabah
erken saatlerde başlamış bu süpürme harekâtı. Binalar hedef alınmış bu sefer, tek
tek. Savaşta zor olan şey ölmek değil öldürmek, karşısına geçip gözlerine baka
baka süngüyü göğsüne saplamak, o çaresizce size bakıp yalvarırken dişlerinizi sıkıp
kasaturayı çekip çıkarıp refleks ile yeniden saplamak, bir metal düğmeye
rastlamışsa ucu yeniden hamle etmek. Biraz daha kolayı, canlı birine nişan alıp
elinizdeki silahı ateşlemektir. Hele bir de üniformalıysa ve de elinde bir
silah gördüyseniz, can havliyle ateşlersiniz, o ölene kadar. Öldürmenin de
tecavüz etmenin de tek meşru olan yolu, savaşta olmaktır. Ne kadar aşırı ve
sapık tutkularınız varsa o kanlı acımasız arenada o stres altında mubah
sayılır.
İnsanları öldürmenin en kolayı, kilometrelerce
uzakta masa başında oturup, oyun oynarmışçasına ekrandan gördüğünüz hedeflere
ateş yağdırmak olduğunu düşünüyorum. Savaş sahasında yoksunuz, konsolunuzda
kahveniz vs, aklınızda başka düşünceler arada sırada nişangâhınız “hedefle buluştu”
diyerek dıtladığında tetiğe asılmak bundan kolay ne olabilir? O sırada ekranda beliren kara bir lekenin
sesini duyamadığınız bir patlama olduğunun farkında olmadan insan öldürmek işte
en geçerli metot.
Sabahın er saatlerinde günlerdir elektriği, suyu
kesik, kapısı, penceresi patlamış evlerinden ayrılamayan insancıkların
yuvalarını başlarına yıkmanın anlamı ne olabilir? Benzerini Naziler ikinci
Harpte Varşova’da yapmışlar. Bu şehirde mi yoksa başka bir şehirde mi,
haberlerde anlattılar, şehrin tiyatrosunu bombalamışlar, üstelik evlerini daha
az güvenli olduğunu düşünerek sığınmış insancıklar içerdeyken. Ölü ve yaralı
sayısını öğrenemediklerini söylediler.
***
Yaşlı kadın tek katlı köy evinin kapısını aralayıp
dışarıyı kolaçan etti. O aralıktan sızan sabah güneşi yerden yükselen sisin
arasından ona gülümsedi,
“Günaydın” dedi kadın. Etrafı dinledi. Dallardan
damlayan damlacıkların şıpırtısından, tavukların gıdaklamasından başka ses
yoktu. Hava biraz ılıklaşmış gibi geldi. Kapıyı ardına kadar açtı, ahırdan
gelen sesleri dinledi. On yaşında bir kız torunu vardı. Aynı yatakta
uyuyorlardı. Yaşlı kadın henüz uyanamamış olan torununun da nefes alışlarını duyabiliyordu.
Dışarı çıkmadan önce, üstündeki gocuğun fermuarını çenesine kadar çekti, yünden
boyun atkısını başının üstüne geçirip boynuna sardı, yün çoraplarının üzerine keçe
çizmelerini giydi. Bahçeye adımını attı. Kataraktlı gözleriyle önce yola, oradan da yakındaki
beryoza koruluğuna baktı. Evin yarım
kilometre uzağından geçen beyaz Rusya’ya doğru giden yol üzerinde buraya doğru
gelen kafileyi zar zor seçebildi. İçinden lanet okudu.
“Dün gece bir büyük kafile geçti, ondan önceki akşam
yine. Ondan önceki akşam büyük bir kafile daha geçmişti. Bunlar yetmedi de
şimdi de gündüz düşmüşler yola!” dedi. Dişlerinin arasından küfrü bastı. Döndü kendi
evinden elli metre aşağıda yüksek damlı bir ev daha vardı, oraya doğru
alabildiğine yüksek sesle bağırdı.
“Hey Dimi a Dimi! Yolda kafileler var. Yine Garnizon[3]
bunlar. Duydun mu Dimi?” Dimitri
uzaktan bir “Hoo” ladı, yaşlı kadına zorlanarak el salladı yavaşça. Askeri
birlik bata çıka yaklaşırken kadın ahıra girerek oradaki hayvanlara yemlerini
verdi. Birkaç tavuk ile bir domuzcuk kalmıştı. Birkaç hafta önceydi. Gelen bir gurup
üniformalı eşkıya, Dimitri’nin ve yaşlı kadının domuzlarına ve tavuklarına el koymuşlar
ve diğer terkedilmiş evlerin kapılarını kırarak içeride işe yarar ne varsa boşaltmışlardı.
İki ihtiyar gözleri yaşlı seyretmişlerdi bu yağmayı. İkinci Dünya savaşında
çocuktu yaşlı kadın. Üç, dört yaşlarındaydı,
annesinin ve teyzesinin iki çocukla birlikte Nazilerin önünden kaçarak
bu taraflara nasıl göçtüklerini annesinin anlattıklarından hatırlıyordu ama bu
sefer olanlar onu çok üzmüştü. Bütün köy oldukça fakirdi, partiye kayıt
olmamışlar, komünistlere yaranamamışlar, şimdi de Amerikancılara ters
düşmüşlerdi. Yaşlı kadının aklı almazdı, ne anlamsız bir durumdu bu, ikisinin
arası olamaz mıydı yani? Babası kafayı çektiğinde söylediği ve yaşlı kadının
ondan sık sık duyduğu bir sözü vardı.
“Kolhoz[4]u
idare edeceksen parti komiseri yoldaşın karısıyla iyi geçin.”
“Devleti Parti idare eder, Komünist partiyi de ağzı
laf yapan biri idare eder. Ama onları da karılarıyla metresleri, Savaşa da
sokarlar, çirkefe de. Şimdi devleti kim idare edermiş?” diye sorarmış
yanındakilere, tabii sarhoşken.
Kafilenin gürültüsü şimdi çok yakınlardan geliyordu.
Gerçi kocakarı kulakları ağır işittiğinden bunları gözleriyle takip etti. On
adet zırhlı personel taşıyıcı Köyün giriş yolunun ağzından güneye doğru
yollarına devam ediyorlardı ki bir araç köye doğru döndü. Kadının önünde durdu.
Kapı açıldı içinden düşman askerleri atladılar ve etrafa dağıldılar. Askerler Kafka’nın
Gregor Samsa’sı gibi sanki metamorfize olmuşlardı. Başlarında miğferleri olduğu
için gözleri gölgede kaybolmuş, silahlarına iki elle sarılmış vaziyette son
derece gergin ve pür dikkat halde, kesik ve titrek hareketleriyle ilerlerken kabuklu
böcekleri andırıyorlardı. İkisi yandaki eve doğru hareketlendiler. Oraya
vardıklarında bahçe kapısını tekmeyle açtılar, kırılan bahçe kapısının sesine
komşu Dimitri elleri havada dışarı çıktı ve gelenlere bir şeyler söyledi ki
askerlerden biri dipçikle vurarak yere yuvarladı.
“Ne istiyorsunuz?” dedi kadın önüne gelmiş olan mağrur
yüzbaşıya. Yüzbaşı kadına cevap vermek üzere dönüp yüzüne bakmak gafletinde
bulundu. Kadının soğuktan kızarmış beyaz cildinde buzulların kayalarda
bıraktığı izler benzeri ince, keskin ve kırılgan çizgiler, rahatça görülüyordu.
Şişkin göz kapaklarının altındaki mavi gözleri çakmak, çakmak olmuş parlıyordu.
“Tıpkı Babaannem. Şimdi patlayacak! Tıpkı onun gibi bakıyor. Böyleler neden bu
kadar uzun yaşıyor? Tanrı bunları kutsamış olmalı” dedi içinden.
“Sizde yiyecek bir şeyler vardır, paylaşalım dedik”
der demez yaşlı kadın aceleyle lafını komutanın ağzına tıktı.
“Benim yiyeceğim bana kadar var. Geçen hafta gelen eşkıyalar
varımı yoğumu alıp götürdüler, komutan. Yoksa yiyeceğimizi sizlerle
paylaşırdık, Ama maalesef.”
Askerlerden biri:
“Komutanım, babuşka[5]nın
söylediği doğru galiba. İçerde sadece üç dört tavuk var. Toprak altı kilerde de
raflarda birkaç kavanoz mantar konservesi kalmış” dedi.
“Bize yalan söylemiyorsun değil mi?” diye bağırdı
subay. Kadın bu sözler üzerine ondan daha çok kızdı. Kalbi yerinden
fırlayacakmış gibi atarken mavi gözlerini, torunu yaştaki komutanın gözlerine
dikti:
“Asıl yalanı sen söylüyorsun komutan. Buraya
gaspadin[6]’in emrini yerine getirmek için geldiniz. Karnınız aç mı sizin?
Sanmıyorum. Sizin prezidentinize[7] soracağım. Yoldaş Putin diyeceğim, iki aydır diyeceğim, topraklarımızı
işgal ediyorsunuz. Tanklarınız, uçaklarınız var. Her bir askerinize yeni silahlar
veriyor, kurşungeçirmez miğfer, kurşungeçirmez yelek giydiriyorsunuz da neden
yemek, vermiyorsunuz diyeceğim? Aç karınla savaşılır mı? Askerleriniz açlıktan,
diyeceğim, Nazi itleri gibi yaşlı bir kadının evini bastılar, zorla iki defa kilerini,
kümesini ve ağılını boşalttılar, dersem acaba ne der?” dedi yaşlı kadın. Aracın
yanında dururken komutana bağırıyordu. O sırada yandaki bahçeden üç el silah
sesi geldi, Dimitri yere yatar gibi düştü. Babuşkanın yüzü başka yöne doğruydu
bu sahneyi görmedi, zaten görseydi de ne olduğunu seçemezdi. Silah seslerini de
kendi bağrışları arasında fark edemezdi. O komutana çıkışmakla meşguldü.
“Çattık belaya. Yoksa yok de, be kadın. İftira atma”
dedi komutan. Yan bahçedeki olayı baştan sona gören komutan kafasını başka yöne
çevirdi. “Birlik toplan!” işareti verdi. Başkomutan bu davranışa bir şey
demezdi. Zafer için her şey mubah sayılırdı. Ama babaannesine zarar vermeyi hiç
düşünemezdi. Bir süre elleriyle bir şey arar gibi üstünü başını yokladı sonra
araçtaki yerine geçti, oturdu.
Biraz sonra zırhlı araç öndeki kafileye yetişmek
için güneye giden ana yolda hızla ilerliyordu. Eli ayağı titriyordu kadının. Oturacak
bir yer için etrafına bakındı. Evin içine girmedikleri için Meryem Anaya dua etti,
rahatladı. Torununu son saniyede yatağın altına sakladığı aklına geldi. Bunca
yaşadıklarının kazandırdığı tecrübe ve içgüdüler bu yaşam koşulları altında
aklıselimin yerini alıyordu. Koşarak eve gitti, kapı eşiğinde içeri girecek
iken doğru dürüst görmeyen gözleriyle yerde kımıldanan karaltı gördüğünü sandı
ama ne olabileceğini anlayamadı, biraz tereddütten sonra eve girdi. Yarı
karanlık odada duran koca kerevetin, örtüsünü kaldırıp altına doğru eğildi, en
uzağa iyice sinmiş olan torununu oradan çıkarıp sıkı sıkıya sarıldı. Kızın
gözlerinde yaşları görünce bir daha sarıldı torununa.
“Silah seslerini duyunca sana bir şey oldu sandım”
dedi kızcağız.
“Silah sesleri mi? Ne silah sesleri? Ben onların ağızlarının
payını ver…” cümlesini tamamlayamadan koşarcasına giriş kapısına gitti, dışarı
çıkıp demin yerde gördüğü karaltıya baktı. Kıpırtısız yatıyordu.
“Dimitri, Dimitri” diye yan bahçeye seslendi. Cevap
yoktu.
***
Koskoca işgal ordusu, vatanlarını savunan milisler karşısında
istenen ilerlemeyi sağlayamıyordu. Fakat henüz hiçbir şey bitmemişti. Mukadderat
geliyordu ama yavaş geliyordu. Yaşlı kadın güneşin parladığı bulutsuz gökyüzüne
baktı, aklına, kızının damadıyla birlikte başkente giderken vedalaştıkları gün
geldi. İki ay önceydi. O gün gökyüzü alaca karanlık, yüzü asık ve son derece
soğuk bir gündü. Bugünse gökyüzü pırıl pırıl, yaşlı kadının içi ise kıpır
kıpırdı. Kızı sağlık ordusuna, damadı da milislere katılmaya gidiyorlardı.
Kızlarını ananeye bıraktılar, kısa bir vedalaşmadan sonra, alaca karanlıkta
köyün girişinde bekleyen eski bir VAZ[8]
minibüse koşar adım yürüdüler. O günün ertesi akşamı düşman askerleri önce
ürkek ürkek sonra arsızca tanklarını sınırlardan içeri top ata ata, sürdüler. Yeryüzü
o gün gökyüzünden daha aydınlıktı. Bu günün tersi. Yaşlı kadın nasırlı
avuçlarını birbirine kavuşturdu sonra yüzünü gökyüzüne kaldırdı mırıldandı:
“Oralarda bir yerlerde bir şeyler iyi gidiyor olmalı.
Zaten birkaç güne kadar doğaya can bağışlarsın, beryozalar da can suyu verirler
insanlara. Kutsal anamız lütfen sen de bizlere iyi haberler ver. Amin” diye mırıldandı.
Oysa kaos kazanı kaynamağa devam ediyordu. Her gün
üstlerinden defalarca geçen roketlerle yüklü bir sürü helikopter olayların
devamının habercisiydiler. Gidiyorlar roketleri bombaları, sivil asker demeden,
karınca misali telaşla koşuşturan insancıkların üstlerinde patlatıyor, sonra mühimmat
ikmali için geri dönüyorlardı...
Sadık Mercangöz
Bağlıca, Ankara. 20. Mart 2022 / 09:00
[1]
Melankolik Seranat
[2] Mujik:
köylü
[3] Garnizon:
Rusça ,Askeri kafile.
[4] Kolhoz;
Ortaklaşa kurulan üretim çiftliği
[5] Babuşka:
Rusça büyük anne, yaşlı kadın
[6]
Gaspadin: Bay
[7] Prezident:
Rusça Başkan Cumhurbaşkanı
[8] VAZ;
Rusya’da Volga Auto Zavod adlı Minibüs ve binek otoların üretildiği fabrika.
Sağolsun Sadık öyküyü bitirdiğinde Blog’a yüklemeden önce paylaşmıştı da ben de aşağıdaki gibi karşılık vermiştim. Öykü şimdi okurlarla da paylaşıldığına göre o zaman yazdığımı yorum olarak benim paylaşmamda bir sakınca olmaz sanırım. Şöyle demiştim:
YanıtlaSilSadık, bu ne duyarlılıktır be dostum… İçim sızlayarak ama yazarı her satırında kutlayarak, hayır hayır kutsayarak, okudum yazdıklarını. ‘’Sanki ‘’babuşka’’ olmuş Sadık’’ dedim kız arkadaşıma. O da ‘’baksana onunkiler de bizimkiler gibi Selanik’ten Melanik’ten benzer koşullarda kaçmış göçmüşler, Sadık bu acıları duymaz da kim duyar ?’’ dedi. Acıları duymak başka, dile getirmek başka. Bu yazıda insanın yüreğini yakan ama yapılması gereken bir irdeleme, hesaplaşma, hatta hesap sorma var. Derler ki Sokrat ‘’unexamined life is not worth living’’ demişmiş. Saul Bellow da yüzyıllar berisinden yanıtlamış: ‘’Yes, but examined life makes you wish you were dead’’. Her hesaplaşma bana aralarında ikibin yıl olan bu diyalogu anımsatır. Bu yazı da aynı torbadan çıkmış, besbelli. Dünyanın yapması gereken bir hesaplaşmayı sığdırıyor bir kaç sayfaya. Olağanüstü.
‘’Şu Sadık yazdıklarıyla bir yarışmaya katılmıyor, kendisine haksızlık ediyor’’ diyegeldim ne zamandır. Yılbaşında dilek tutmuş değildim, öyle saçmalıklara tokum ama bu kez sanırım dediğim, istediğim olacak.
Eline, klavyene, en başta da yüreğine sağlık Sadık. Canımsın.
Paylaştığın için onur duyarak, teşekkürlerle, sağlıkla, sevgiyle, dostlukla..
OÜ
Sadıkcığım, eline, aklına sağlık.
YanıtlaSil